KISA ÇİZGİ



-       Cemal Süreya’ya –


ve Tanrı
önce Cemal’i yarattı,
sonra Cemal
şiiri...

halt etmişler;
doğum tarihinden sonra
bacak kadar boyuyla,
başka sayıları
yanına bağlamaya çalışan,
kısa çizgiler…


YALNIZLIK – Çıtın Che’si –




Yalnızlık…
O değişmez olgusuyla, o değişmez sessizliğinin ses tonuyla yanaşınca yanıma kalakaldım öylece…
Büründüm onun ses tonuna… Bülbül değildim ama tepeden tırnağa dut yemiş gibiydim sanki
Sus-dut…
Çıtın Che’si çıkmıyordu.
Sokak lambalarının sesi âdete yırtıyordu kulaklarımızı, aydınlığıysa gölgelerimizi… Saatlerce ama saatlerce sus-duk…

En büyük, en görkemli kalabalığımızdı, yalnızlık… Bu şatafatlı yalnızlığa bir de suskunluğu dolayınca gölgemizden bile çekinir oluyorduk. Türlü türlü hayallere, farklı farklı düşlere sürüklüyordu bizi. Mesela çaktırmadan elimi ağız şekline büründürüp konuşuyormuş havası veriyordum. Sen de elini sanki elimin üstüne koymuşsun havası veriyordun. Duvara yansıyan siluetlerde konuşuyorduk ama suskun-duk biz.
Tepeden tırnağa sus-tuk…
Ne mum ne de bir perde vardı. Etrafta meddah falan da yoktu. Gölgelerimizi konuşturan tepeden tırnağa suskunluğa bürünen bizdik. Çünkü dudaklarımızdan dökülen son kelimeydi, ayrılık…
Sus-dut… Sadece siluetlerdeydik. 

Aslında tüm o suskunluğun içerisinde çok kalabalık olduğumuzun farkındaydık. Sanki sen İstiklal caddesi, ben Kemeraltı gibiydim. Çok telaşlı, hiçbir işi olmadığı halde bir yerlere yetişecekmiş acelesine bürünen bir ifade vardı yüzümüzde… Belli oluyordu aslında çokça içimizden konuştuğumuz. Dilimiz damağımız kuruyor habire yutkunuyorduk. Gecenin o sessizliğinde sokak lambalarından yayılan, gölgelerimizden açığa çıkan sesler ne kadar da gürültülüydü. Yan yana olduğumuz halde duyamıyorduk birbirimizi…
Hep içimizden…
Hep içimizden, konuşuyor ve belki vazgeçer diye iç geçiriyor da dilimize getirip oradan dudaklarımıza itemiyorduk o cümleleri… Son cümlemizin hem öznesi, hem yüklemi, hem dolaysız tümcesiydi ayrılık. O yüzdendi bunca can çekişmemiz…
Biz sadece ayrılıyorduk… Diş çektirmek gibi bir şeydi oysa bu… Suskunluk, gece, sokak lambaları, gölgeler öylesine yol üstü diye uğramışlardı sadece. Niye üstümüze alınıyorduk…  


Biliyorduk elbet ayrılığın, üstüne dökeceğimiz her cümle dağılıp gidecekti. Belki de o yüzden hiç konuşmadan anlaşabiliyorduk. Suskunluğunda en nihayetinde bir dili vardı. Biz ilk defa o gün gölgelerin, sokak lambalarının bir anlatım biçimi olduğunu gördük. Kaldırımların öylece durmasının, yıldızların ritmine cırcır böceklerinin eşlik etmesi sonra rüzgârın yaprakların omuzuna el atması gibi daha birçok şeyin ilk defa o gün kendilerine has lisanları olduğunun farkına vardık. Çünkü biz hiç onların lisanlarını öğrenmeye teşebbüs etmemiştik. Ayrılık bize giderayak bir lisan bırakıyordu. Çokça tökezliyorduk lakin azimliydik de öğrenmeye…  
Aslında onca ses, onca anlatım biçimlerine inat suskunluğun sesi yağmur yüklü bulutlar gibi kaplıyordu her yanımızı. Ve onca vakte kadar çıkmayan o çıtın Che’si elinde stetoskobuyla ayrılığın kapladığı yıkıntılarla dolu sol yanımızı dinliyordu. Çığlıklardan patlıyordu kulakları, bir taraftan gök gürültüsüyle karışık gözyaşı atıştırıyor diğer taraftan bize bakıp bakıp yalnızlığı üç kat sardığı purosundan bir fırt çekiyordu. Tam karışacak oluyorduk o dumana suskunluğun boğucu sesi tutuyordu bizi… Tam yelteniyorduk ki Ç’nin bacağından tutup kendimizi kurtarmaya, boğuluyorduk ayak izi çukurlarında… Ne derin ne uçsuz bucaksızdı onlar. Sen artık bir mevsimden başka bir mevsime geçiyordun. Solbaharımdın, sonbahara akıyordun.
Ne halt edeceğimizi bilemiyorduk. Çünkü sende ilk defa ayrılığı yaşıyordun, ben de… Üstelik hiç bilmediği bir lisanı çarçabuk nasıl öğrenirdi insan… Nasıl bir şey bekliyordu o yol ayrımından sonra bizi bilemiyorduk. Sadece yalnızlık, suskunluk, gölgeler ve sanki yüzyıllarca geçmeyecek bir acı boy veriyordu o yıkıntılarımız arasından… Ama ne acı onca sessizliğin içinde, hangi Richter ölçer, hangi desibel, hangi hangi birim bizi dindirebilirdi… Hangi doktor, hangi Che iyileştirebilirdi ki şu an bizi… Hangi tedaviye cevap verebilirdik.
Hangi…
Hangi… Diye sorular yırtıyordu bir taraftan beynimizi…

Ne yapacaktık…
Acaba her şeye inat birazcık dudak döküntüleri yapsak bir çaresi olur muydu? O içimizden saydığımız birimler bizi biraz olsun anlayabilirler, ölçebilirler miydi?
Ne bileyim geziniyorduk işte öyle sessiz çırpınışlarda… Biliyorduk elbet bir faydası olmayacağını. Biliyorduk ama çırpınıyorduk da…

Yalnızlık; yüksekliğini yaşantımızla ördüğünde kalmıyordu yapacak bir şey. Gelmiştik artık ayrılığın son bir adımına. O bir adımdan sonra artık bambaşka birileri olacaktık. Yolda görüp kafamızı çevirecek, tanımamazlıktan gelecektik birbirimizi… Yahut hiç rastlamayacaktık ama rastlamak içinse iç geçirecektik.

O son adımdan sonra en güzel melodiler bile artık çıtın Che’sinin bıraktığı sol’dan son anahtarında… Sessizlikte yürüyecekti bizimle beraber kulağımızda hiç dinmeyen şarkı gibi uyacaktı, ayak seslerimiz ayrılığa…

Ve arkana bakma diye diye iç geçirirken aynı anda, aynı adımı atınca farklı yöne, sol'acaktık artık Che’nin orta yerinde…  

Popüler Yayınlar

Yasal Uyarı

Yayınlanan yazılar ve şiirler özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazı ve şiirler aktif link verilerek kullanılabilir.