Müzayede


Paslaşıyor durmadan içimde isyanlar
Sabahsız yarınlara
Hep senin adın var paragraf başlarında
Satırlarımda kurak bir sessizlik
Takılmış kelimelerim hüzün notasına
Böyle mi olacaktı yaşam nehrim

Geçiyordu katar katar yüreğimden
Geçiyordu iliklerimden hasretlik
Yokluğun ortak isyanıma
Düzmece vaatler boş kelimeler
Böyleydi işte maskenin altındaki yüzler
Böyle, böyle kısacıktı sevgiler

Ne varsa azledilmiş yüreklerden sevgiye dair
Ender bulunan bir vazo gibi dostluk açık arttırmada
İşte bir tabela daha kalktı
Satıyorum satıyorum
Sattt-tın beni on yedi yaşımda,
Gümüş bir çerçeveye koyup verdin yokluğunu koynuma 
 
 
 

YALNIZLIK BU





yalnızlık bu!

ne işaret dili anlatır
ne de dilin çokbilmişliği
tek kelime desem
çoğalır gider…
çok kalabalık desem
tekilleşiverir…

yalnızlık bu!

öznesi kendinden büyük
yüklemi canı isterse yüklenir
istemezse,
boşaltır da gider cümleyi

yalnızlık bu!

paylaşıldıkça arsızlaşır
anlatmayınca
ufak ufak
ince ince
yer bitirir,
özneyi

yalnızlık mı bilmem ki ne bu
hangi dil bilgesi,
cahili anlatsa
az kalır yaşantısı…



SÜZÜLÜYORDU GECE - Neydi Ayrılığın Birimi -

Süzülüyordu gece…
İçimde haziran akşamlarından kalma esintiyle çıktım yola. Sisler sarmış sokak lambalarını, kaldırımlar zar kalınlığında buzla kaplı. Soluğum uzaklaşırken benden sanki bir uçak yol alır gibiydi gökyüzünde…  Ve avuçlarımı ısıtan bir şiirin dizeleriydi;
 
“sisler bulvarı'nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarıda bulutlar yürüyordu
terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım”*
ve ağlıyordum, yanaklarımdan süzülüyordu gece…

Yürürken örseliyor, tekliyor hatta birbirine dolanıyordu ayaklarım, aklıma takılan soru işaretlerinden…
Acaba ayrılık hep bu aylarda mı bulurdu insanı yoksa bu aylar ayrılığın sevdiği havalar mıydı? Yanaklarımdan ayak parmaklarıma kadar sırılsıklam bulanmıştım geceye. Tutmak istiyordum kendimi, hıçkırıklarımı saklamak ama onları da saklayamıyordum tıpkı ayrılığı saklayamadığım gibi.  Yanımdan hiçbir şeye aldırış etmeden geçenler dahi tanırlar ayrılığın ete kemiğe bürünmüş halini. Çünkü mevsimlerden sonbahar, vakitlerden gece ve adımlar akreple yelkovan arasında can çekişirken avuçlarıma tüneyen bir şiir sana doğru avazı çıktığı kadar nasıl ama nasıl sesleniyordu;
“Derim ki ayrılık gündemdedir ne yapılsa
Ve sen bütün ayraçları kaldırdığını sanmıştın
Ama unutmuşsun yine de ayrılık ayracını”
**

Yaşadığımız en güzel hatta bu güne kadar hiç türüne rastlanmamış bir aşk romanı olabilir. Yahut her on kişiden beşinin yaşadığı sıradan aşk hikayesi ama yaşantısı ne olursa olsun adı aşksa o yaşantı kitabının muhakkak bir gün bir sayfasında bulacaktı bizi ayracı… Kimini önsözde, kimini kaynakçada, kimini de ortalarda bulması bir şey ifade etmiyordu çünkü onun da adı ilk sayfada aynı son sayfada da aynıydı. Yani demem o ki sayfa numaraları değişse de adı sabitti ayrılığın...

Süzülüyordu gece…
Aklıma, ayağıma takılan soru işaretlerinden dolayı bulunca kendimi yerde ne kadar da tepeden baktığımın farkına vardım kaldırımlara. Buz çıtırtıları keserken kulaklarımı diğer taraftan yanıyordu içim… Şimdi hangi merhem hangi ilaç iyi gelirdi yarama derken bile soru işaretlerinin bıraktığı izlerde geziniyordum... Hangi… Hangi… Hangi… Beynimde hangi fırtınası çıkmıştı adeta. Gerçekten hangi ölçek ölçebilirdi ayrılığın ardında bıraktığı izlerin şiddetini, sesini, soluğunu… Richter mı, Desibel mi? Oysa bütün bunları düşünürken, başına elma düşmesini bekleyen bilim adamı edasıyla hiç aklıma gelmemişti ne kadar sevdiğinle doğru orantılı olabileceği ayrılığın şiddetinin… Yani ne kadar aşk, kitabın sonunda ya da herhangi bir yerinde o kadar acı…

Gece süzülüyordu kaplumbağa edasıyla şu an seni anlatabilecek bir tek kelime dahi icat edilmedi. Avuçlarımda sadece sana doğru uçmaya hazır bir kuş gibiydi yüreğim. Gidersen hangi dala güvenip konar… 


 Alıntı:1

*Attilâ İlhan- Sisler Bulvarı Şiirinden.
** Ahmet Telli- Ayrılık Ayracı Şiirinden
 

 

GENÇLİĞİMSİN - Arkeolojik Dilde Buluntu -




Daha evvelde dedim sana sen bilmesen dahi benden habersiz yaşasan, hatta beni unutmuş olsan bile seni kocaman harflerle sakladım usumda…
Her şey değişmiş olabilir ama sen hâlâ gençliğim gibisin…
Seni unutabilmek ne mümkün…

Uzun uzun oturur konuşurduk üstümüzde okul kıyafetleri. Biz denize, saat kulesi bize dalardı. Kaydıraktan kayan çocuklar gibiydi zaman, ne çabuk da geçiyordu… Her yer tenhalaşır, sessizleşirdi. Bir tek senin sesin kulaklarımda kalır ve apansız şehir hatları vapurunun düdüğüyle dünyaya dönerdim.  Sonra ardı sıra kahkahalar yükselir, martılar daha bir esmerleşirdi.

Ne mümkün unutabilmek seni, gençliğimsin…

Delikanlılığa adım attığım zamanlarda yeşermişti, elinin hemen yanında elim. Titrek, ürkek, çıt desen ya da hemen çatarak kaşlarını dönüversen, kaçıverecek. Neyse ki korkulan olmamıştı. Hafif alaycı ve epeyce damıtılmış bir gülümsemeyle karşılandı elim kavrayınca elini… Ve kalbim ilk o zaman yüreğim oldu.
Her cümleyi özenle seçiyor hatta ütü yerlerinden katlayıp sana sunuyordum.  Aklım damıtıyor, yüreğimse aşkını katıyordu. Dudaklarım daha sen der demez titrek bir cam buğusuna dönüyordu.  Sen farkında değildin belki delikanlıydık ya serde…

Ne mümkün unutabilmek seni, gençliğim gibisin…

Ne mevsimler yaşadık seninle…  Ben en çok yağmurları, sense kitaplarını taşıttığın bahar akşamlarını severdin.  Hani yalnızlığına son vermek için tek kişilik şemsiyenin, altına inatla sığmaya çalışırdık ikimiz… Senin sol omuzun ıslanırken benim sol yanımda balıkçı takaları gezinirdi… Daha yakın daha ıslak olurduk birbirimize, sonra ne baharlar ne yazlar… Mevsimlere hep bir iz bırakıyorduk. Şimdiyse bıraktığımız izlerden hep yeniden, sen olmasan da bilmesen de ben hep yeniden doğuyordum.
 
Aradan yıllar geçmiş olabilir… Saymadım. Hiç sayılarla aram iyi olmadı zaten…  Hele konu yaşsa üçün beşin lafını etmeden hep en küçüğünü söyledim.  Büyümek bana göre değildi, zaten hiç büyümedik… Yüzümüze zamanın izleri, tenimize kuraklığı sinmiş olabilir. Dokunuşlarımız herhangi bir arkeolojik kazılarda buluntu adını da alabilir ama hep gençliğim ve gençliğin olarak kalacak yaşantımızın bir yanı…  

Ne mümkün unutabilmek seni; bakan her yüze müze camekânlarından yansırken yüzüm…


Elektrik Kontağı


düştün,
ateşle aynı yere…

şimdi
yakan sen
yanan ben mi oluyorum
bu yangında…

ne yani
hiç mi?
suçu yok
aramızdaki elektriğin
 
 

EN NİHAYETİNDE AŞK



Sen koşar adım uzaklaşırken, ağır ağır bir melodi okşuyordu saçlarımı, tenimi, sular seller altında kalmış yüreğimi…
*“Aşk bitti…
Elimden sanki minik bir balık kayıp gitti
A
şk bitti…
İçimden sanki bir şeyler kopup gitti
A
şk hiç biter mi?
Hiç bir
şey olmamış gibi
Bo
şlukta kaybolup gider mi?
A
şk hiç biter mi?”
Ne sorular ama…
Ne ayrılık…
Ne aşk…
Aşk da bir kompozisyondur nihayetinde “giriş-gelişme-sonuç” üçlemesinden oluşan. O üçlemeyi bozansa bir tek başğıdır. O başlık hep aynı; -ayrılık-tır. Onun altına yazılanlar değişse de demirbaştır…
Adımızı bu sefer bildiğimiz bütün noktalama işaretlerini kullanarak yazıyorduk başlığın yanına… Aşk dedik her an tehdit eder ayrılığı, korkutur sindirir belki ünlülerini düşürür yahut biraz daha yumuşatabilir ünsüzlerini diye inadına yazdık adımızı ayrılığın yanı başına.  Çılgındık, serde gençlik vardı. Kanımız kaynadıkça ayrılığa cümleler değil sanki lav akıtıyorduk.
Sonra ne olduysa önce cümlelerimiz kurumaya başladı. Daha basit, daha sade sonra daha da ileri;
“-ne yaptın bugün”,
“-iyi”
“-sen ne yaptın”
“iyi, ne yapayım” lara dönüştü… Ondan sonraları koca koca suskunluklar, birbirimizi görmemezlikten gelmeler…
Daha da ilerisi ise hatta iddiaya girerim sizinle en acıklı, acınası halidir bu sahne,  siz farkında bile olmazsınız günde iki defa öpüştüğünüzün birincisi sabah işe giderken ikincisi akşam eve dönüldüğünde ondan sonra yabancılaşır her şey… Yastıklar soğur, düşler bayatlar… Bayağılaşır, mono/tonlaşır aşka dair her şey…
 
**“ahhh...

aşk yokluğa düşünce
“k”yi verdi önce
ama yetmedi elde kalan
şimdi bir “a”var önünde
“h”leri içinde olan...”
Evet. Önceleri cesurca kullanılan noktalama işaretlerinin yerini bu sefer Türk Dil Kurumunun ürettiği, türettiği ne kadar olumsuz ekler varsa hepsini tek cümlede kullanabilme yetisine geçildi… Karşılıklı atışmalar, sürtüşmeler TDK’ya inat, ayrılığa inat hatta nefes kontrolü kaybedilmiş bir vaziyette sarf edilirdi cümleler…
Kim dinlerdi! İki kişi haricinde herkes yani herkes dediysem korkmayın hemen, sokaktan o an geçenler,  belki karşı balkondakiler yahut alt kattakiler, bakkal, manav vs. şu an hatırlayamadıklarım adını sayamadıklarım alınmasınlar…  Yani herkes kulak kabartmış aşkın noktalama işaretleriyle vuruluşunu izliyordu. Her geçen gün biraz daha nokta biraz daha –lama…  Günler geçip gidiyordu nokta/lama arasında…
Sonunda varacağı yer belli bu kompozisyonun, dediğim gibi en nihayetinde aşk, altı üstü üç harf ama kompozisyona bile meydan okurdu yeri geldiğinde… Durmaz önünde hiçbir şey, durduramaz da hiç kimse o akar gider yolunu bulur…


***“Aşk; görmekten çok özlemeyi sever,
Dokunmaktan çok düşlemeyi…
Ve aşk öyle haindir ki;
Nerde imkânsız varsa gider onu sever.”
 Üstelik kompozisyona ve edebiyat tarihçilerine inat… 


Alıntı:
*Ezginin Günlüğü: Söz– Müzik: Nadir Göktürk
** Mürüvet Dindar şiiri.
*** Özdemir Asaf şiirinden.


Popüler Yayınlar

Yasal Uyarı

Yayınlanan yazılar ve şiirler özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazı ve şiirler aktif link verilerek kullanılabilir.