Ötekiler





Tuncay Özkan’ın Silivri’deki son kitabı, ilk romanı…
Solukdaş’ına ithaf etmiş…
Kitabın fiziki özellikleriyle başlamak istiyorum önce… 176 sayfa, ciltsiz, 14*20 cm boyutlarında ve son zamanlar sevimli patileriyle her yanımızı saran Kırmızı Kedi Yayınevinden 2013 yılında çıktı.

Gelelim kitabın bende bıraktığı ayak izlerine…

Bir çocuğun devrimci duygularla yeşermesi… Ardından büyüyüp serpilen o çocuğun bizzat devrim saflarında yer almasıyla başlıyor roman…
Akıcı bir dil… Şahsen ben çok kısa bir sürede “okuyorum” demeye fırsat kalmadan “okudum bitti” oluveren bir kitap…
Romanda geçen mekânların bilinmemesine karşın kitabın baş tarafına konan harita çok başarılı… Bilmediğiniz bir bölge olduğunda dönüp bakabiliyorsunuz. Diğer yandan bence kitabın çok sinematografik bir yanı var… Yani bu kitaptan bir senaryo çıkartılıp sinema filmi yapılır mı derseniz bence çok rahat yapılır ( Ancak baştan söyleyeyim böyle bir filmi bu ülke kaldırır mı onu bilemem)…
Kahraman mı gerçek kişi mi desem bilemedim ama adı geçen kişi Hüseyin Yanç…
Aslında kitabın arka kapak yazısı durumu özetliyor ama bu kişinin başından geçen durum sırayla;
Devrimci… Sonra devrimciyken tünel kazıp kaçmasıyla;
Pkk’lı… Abdullah Öcalan’ın “hevali”yken;
İtirafçı…  Cezaevinden çıkar çıkmaz o dağlarda çarpıştığı askerin saflarında;

Derken bir bakmışsınız “O şimdi asker”… Yine o bölgeleri çok iyi biliyor diye birçok operasyonlarda öncü olarak katılıyor. 15 ay yine o kurtulmak istediği kan, barut, dağ hayatının içerisinde geçiriyor. 

Sonra İstanbul’a yerleşiyor. Seviyor, sevdalanıyor. Evleniyor. Birçok kez dolandırılıyor… Yoksulluk çekiyor ama hiç yoksunmuyor. Sabah akşam demeden çalışıyor alnının teriyle… Ardından;
Baba, oluyor… Onca zorluğu ve ölümle koyun koyuna yatmışlığından olsa gerek kızına “ Kardelen “ adını koyuyor.

Sonra bir arkadaşı ve patronunun ifadesiyle hiç ummadığı bir anda Ergenekon’a dâhil ediliyor. Serbest kalıyor. Bir süre sonra tekrar tutuklanıyor.  Silivri’ye konuyor. Derdini anlatmaya çalışıyor ama onu kim dinleye…

Ergenekon’ da İlker Başbuğ’a suç ortağı yapılıyor. Tüm bu yaşadıklarının aslında başına gizli tanıklığı kabul etmediği için geldiğine inanıyor ve bu davada bildiği tüm doğruları anlatıyor ama onu yine kim dinleye…

Kitap işte böyle bir hayatı konu alıyor…

“Ötekiler” aslında nereden baktığınıza göre değişen bir kavram… Yani onlara göre biz öteki, bize göre onlar öteki…

Ancak bu kitapta da değişmeyen hayatın bir gerçeği var o da bir yerlerde birileri hala mahkeme kapılarında “adalet arıyoruz” derse - kim kaybetmiş ki - demek geçer içimden… 

Herkes Öldürür Sevdiğini


Korkağım bu günlerde hem de çok korkak... Öpücükle sevdiğimi öldürecek kadar... Kimileri cesurca bulabilir bu halimi ama korkağım hem de çok... Şimdi böyle deyince zihnim nasıl da oynuyor o “ölüm” denen olgunun yaşantısıyla... Hani diyor ya o ünlü şair şu baladında;

“Kulak verin sözlerime iyice,

Herkes öldürebilir sevdiğini

Kimi bir bakışıyla yapar bunu,

Kimi dalkavukça sözlerle,

Korkaklar öpücük ile öldürür,

Yürekliler kılıç darbeleriyle!”

Yani nasıl öldürür insan farklı boyutlarla sevdiğini... Ölüm, yaşamın durağan hali midir? Yoksa gerçekten ölüm, bedenin bu evrenden gitmesi midir? Yani nedir ölüm... Tamam bu balad gerçek bir ölüm hikayesinin etkisiyle yazılmıştır ama metaforik anlamda “ölüm”  üstelik sevgiliyken “ölüm“ müdür?  Yoksa yaşamın, sevginin ayrılığa yüklenmiş – a – hali midir?

Nedir ölüm? Bukalemundur... Değişir, insandan insana... Tıpkı nasıl öldürür sorusu gibi... Madem başladık o Reading Zindanı Baladıyla onunla devam edelim bu ölüm yolcuğuna;


“Kimi gençken öldürür sevdiğini

Kimileri yaşlı iken öldürür;

Şehvetli ellerle öldürür kimi

Kimi altından ellerle öldürür;

Merhametli kişi bıçak kullanır

Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.”

Ahhh zihnim ahhh... Nasıl hiç ummadık anlarda böyle oyunlar oynuyorsun benimle... Yani herkes bir yerlerde kendilerine ait çocukluğu, anıları, aşklarını, sevgilerini, umutlarını, düşlerini öldürürken, yaşamak bu kadar ölüm arasında yaşamak mıdır? Ölüm, yaşamanın göbek adı mıdır? Ruh ikizi gibiler neden hiç ayrı düşmezler... Yani yaşamak isteyen çok da ölmek isteyen hiç yok mu sanırsınız!

Öldürürsün sevdiğini (tamamen metaforik anlamda) ayrılır, anılara gömer ne bileyim yok sayarsın, hiç olmamış gibi devam edersin ya o yaşamın akışına işte tam orada katil olursun aslında hiç farkında olmadan... Özgürsündür, kalabalıklar içerisinde gezindikçe de öyle sanırsın kendini ama ya yürek... O yumruk kadar et parçası damarlarına hangi düşle pompalar o aşk denen kanı... Hangi yaşam acıtır sorusunun cevabı da böylece oluşmuş olur aslında kendiliğinden... Sanmayın ki katiller de ağlamaz!

Ahhh *Mahkum C.3.3 * ahhh... Her şeyi iyi güzel anlatıyorsun da şu aşağıda yaprak gibi sallanan altılığın son dizesinde yanılmışsın biraz bence... 

“Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,

Kimi satar kimi de satın alır;

Kimi gözyaşı döker öldürürken,

Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;

Herkes öldürebilir sevdiğini

Ama herkes öldürdü diye ölmez.”

Hoş realite bakımından ölmese de sevdiğini öldüren, o kadar ölüm arasında nasıl yaşar... Şayet nefes almak yaşamaksa yaşar gider ama bence katiller de ölür tıpkı sevdiklerini öldürdükleri gibi... Ama bu ölüm kime daha kolaydır. Bence asıl soru bu... Yani sevdiğini öldürdüğünde (“tamamen metaforik” kavramını tekrar yineleyerek) o öylece yaşantısına devam ederken, öldüren artık ondan ne öncesi gibidir ne de onunla olduğu gibidir. O orada aslında sevdiğinden önce ölmüştür. Elleri-dilleri, düşleri-geleceği, kâğıdı ve kalemiyle...  Artık yaşam=ölüm denklemindeki “eşittir” o yaşantının ölüme olan denkliğidir. Sanmayın ki katiller de ağlamaz sevdiğinin ardından... Yağar!

Tamam, en nihayetinde ölüm yoktur işin ucunda yani fiziken gerçekten yoktur ölüm...  Köpekler gibi acı çekmek dururken hem lafımı olur ölümün...

“Ama herkes de gene sevdiğini öldürür,

Bu böylece biline,

Kimi bunu yüklü bakışlarıyla yapar,

Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür,

Korkak, bir öpücükle,

Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür.”

mmm... Hahh...
Ne diyordum ben.
Korkağım bu günlerde hem de çokkk... Öpücüklere boğulacak kadar zamansız korkak... Oysa zaman da öldürürdü sevdiğini... Üstelik ölümden öte köylere sürer gider o yaşanılası duyguları... Sonra beklemek, ahh o iki ucu yaşamla ölüm arası değnek; beklemek... İşte belki de en çok o öldürür sevdiğini, öpmelerden dahi önce...

Ne yani siz bunca zaman öpünce geçer mi sanıyordunuz yaralarınızı... !


Sürnot: * Mahkum C.3.3
1895 İngiltere’sinde halkın çok büyük ilgisini çeken dava sonucu, fiili livata ve büyük ahlaksızlık suçlarından 2 yıl mahkûm edilir. Bir kaç hapishane gezdikten sonra Reading Gaol hapishanesine gönderilir. İlk başlarda mahkûma kâğıt kalem verilmesi bile çok görülür. Yazamaz, çizemez...  Sonradan kavuşur o iki sevgilisine...

İşte o hapishanede kaldığı tarihte Kraliyet muhafızlığında süvari olan Charles Thomas Wooldridge ile tanışır. Charles, eşi Laura Ellen Glendell’i öldürmekten idama mahkûm edilmiştir. İşte o ünlü mahkûm, bu olayın etkisinde kalarak temellerini attığı, 109 altılıktan oluşan o yılların İngiltere’sinin hapishane koşullarının, ceza yasalarının yeniden düzenlenmesine kadar birçok sosyal ve kültürel etkiler yaratan ve bu yüzyıla da hala etkisini ulaştıran Reading Zindanı Baladını (The Ballad of Reading Gaol) özgürlüğüne kavuştuğu 1897 yılının sonunda tamamlar. Yazarı uzun zaman adını saklar, kimse bilmez kime ait olduğunu...

İşte bu ünlü balad Oskar Wilde’nin aynı zamanda son eseri olma özelliğini taşımaktadır. Bu baladın Türkçe çevirisini Özdemir Asaf, Tozan Alkan, Piyale Perver gibi isimler yapmıştır. Biz de ise bu baladın zirve yapması Ezel dizisinde Tuncel Kurtiz’in üç altılığını okumasıyla olmuştur. Ve halk arasında adı “Herkes Öldürür Sevdiğini” olarak geçer.




Popüler Yayınlar

Yasal Uyarı

Yayınlanan yazılar ve şiirler özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazı ve şiirler aktif link verilerek kullanılabilir.