Direnmek Gerek

bak, şu filize
nasıl da
boy verip
yarmış taşı,
ortadan ikiye

Sevgim

Yağmur; usulca süzülüyor bedeninden
En kuytu köşelerinden geçiyor
El değmemiş saf ve masum sevmelerinden

Yağmur; düşüyor toprağa
Kokun dağılıyor tüm çiçeklere
Kokuna sinmiş yağmur karışıyor bedenime

Yağmur; bir düşüyor ellerine
Acıyor, kırılıyor ellerinde
Dediğin kadar sahte olsaydı,
Yağmazdı yağmur durmadan üzerine.






NOT: Foto çeşitli internet sitelrinden alınmıştır.


68 DAKİKA

kaldırımlara uzanan
yosma bakışlardan
boy vererek uzandım yarınlara
en kirlisini saklardım renklerin
en temizlerini çıkarınca

kendi gölgesinden korkan sokak lambaları
nasıl da ürkerdi
yiten ne varsa içine çekip
hızlı ve kesik kesik solurken
siren seslerine, kargaşaya, baskınlara inat
yalınayak dolaşırdım sokaklarda
korkuların en koyusunu atıp
meltem esintileri bırakmak için aydınlığa

yiten ne varsa şimdi gözlerimin ardında
dudaklarımda o sloganlar Türk kahvesi tadında
her yudumda acı… apacı bir haz
ayağa dikelir bir dakika


Birbirimizden Habersiz Oyun


 her zamanki gibi
sayıyordu yine hayat
-ooo piti piti-
ve çıkıyordu
kim bilir aramızdan
kaç kişi.
 


2004

Kardan Adam

en çok kar yağınca severdim gecekondu çatılarını
görünmezdi çünkü kırık kiremitleri
ama yine de bilirdim ben
gecekonduların içine içine ağladığını

en çok kar yağınca severdim ağaçları,
gelinlik giymiş bir köylü güzeli gibi dururdu
apartman önlerinde
tek ben bilirdim ama
töreye değil betona yenileceklerini

en çok kar yağınca severdim, gökyüzünü
temizlerdi bulutların taşıdığı barut kokularını
ama yine de bilirdim
birilerinin bu barış oyununu bozacağını

en çok kar yağınca severdim bu kenti
örterdi çünkü tüm pislikleri
kirli yüzleri…
ama bilirdim yine de
birilerinin,
yürüdüğü yolları tuzlayıp
ayak izlerini sildiğini

en çok kar yağınca gülerdim
iyi bilirim çünkü
eriyip gidince,
gözyaşlarına nasıl dönüşeceğimi

Bilemezsin

kaç memleket sakladım yüreğimde
kaç sevdalara yataklık ettim
bilemezsin sen,
avuçlarımdan akan ırmakların
nereye,
hangi denize döküldüğünü
bilemezsin...

saklımda kaç yalnızlık büyüttüm
kaç şiiri sensiz ama virgülle bitirdim
bilemezsin sen,
elim gitmedi bir türlü
nokta koymaya
noktanın ne acı olduğunu
tahmin bile edemezsin sen...

biliyorum...
şimdi uzaktasın,
şımarık bir gecenin sabahında
yitip gittin,
haritalardan silinmiş isimsiz bir kente
bilseydin sevdiğim,
ağladığımda denizlerin nasıl kabardığını
bilseydin,
noktanın yorulmadan peşimde iz sürdüğünü
koyduğum her virgülden sonra
gelirdin, yanı başıma 





Gündeme Düşen Üç Elma


Üç olay…
Üçü de birbirinden merdane
Çıktılar yurdumun güncesine…

Önce ilkini tanıtayım size, “Seks kısmını bırakalım…”
Aaa… Daha dün alkol ve seksti…  Bu gün oldu da seksi gitti alkolü kaldı…
Çünkü herkes alkolde toplanmış…  Yani yasa\k, kısıtlama falan yok sadece yasası varmış… Sanırım bu da sigara içme yasağı gibi bir şey olacak “kapalı yerlerde alkol alınmaz”. Zaten hali hazır da açık alanlarda(park, sahil kenarı, araba içi vs.) alkol alma cezaya tabi. Her ne kadar kabahatler kanunda bu olay “Sarhoş olarak başkalarının huzur ve sükûnunu bozacak şekilde davranışlarda bulunan kişiye...” dese de benim anladığım; hepimizin bildiği, polis uyarılarına tanık olduğu “ Beyler, açık alanda alkol almak yasak” uyarısıdır.
Hem zaten açık alanda içki içmenin de bir kültürü vardır. Bunu az çok herkes bilir. Nevale önce güncel haberlerin yer aldığı gazete kâğıdına sarılır ardından da siyah poşete konur.  Başlangıçtan bitişe kadar o gazete hiç sıyrılmaz oradan. Yani her şey adab-ı muaşerete uygun. Sonra başlar “ne olacak bu memleketin hali” havaları…
Eee… Zaten ağırlık merkezinle de içmiyorsan kime ne zararın olacak. Hem bırakın da milletin içkisinden iş çıkarmayı, işsizlikten iş çıkarın…
***
Şimdi sırada ikicisi…
Daha önceki yazımda demiştim demek realizm adına küçük… Küçücük… Nihilizm adınaysa büyük, çok büyük bir adım olur ki oldu da… Hangi yazı mı “ Yasayla vicdan arası hafifleştirilmiş af”.
Giden gitti...
Her gidi heyyy…
Silivri de yatan canlar bizimdir… diye bir türkü tutturmanın yeri ve zamanı da olsa biliriz ki faydası yok. Çünkü giden gitmiştir… Yargı ve iktidar polemikleri arasından tereyağından kıl çeker gibi… Yıktıkları, ezdikleri, yok ettikleri canlar, insan değilmiş gibi… Bırakıldıkları gün gidecekleri besbelli olan o 16 kişiden 10’u ebabil oluverdiler. Yargı tam takım duruşmada ama Hizbullah üyeleri yok… Onandı karar… 10 koskoca yıldır onanamayan…   Şimdi ne demeli bilmem ki on-ca kelime düğümlenirken boğazıma…
Gecikmeli vicdan…
 Ağırlaşmış af…
Yasayla hafiflemiş vicdan…
Tüm anlamlar karışır birbirine tam bir arapsaçı hem de acı acı gülmeli… Çünkü Başbakan biz salmadık ki yargı saldı diyor… Yargı da çıkan yasayı uyguluyor… Kim ne çıkarıyor bilmiyor. Bir şeyler değişiyor, birileri çıkıyor, kimileri kaçıyor…  Ne değiştiren biliyor ne yaptığını, ne uygulayan… Ortada zafiyet bir o yana bir bu yana durmadan gidip gidip geliyor…
***
Buna da ister sonuncu(bu yazı için) ister üçüncü deyin…
Aralık 2010…
Yer TBMM…  
Kürsü de Sayın Başbakan…
Öğrenci olayları ve gündeme ilişkin konuşuyor ve diyor ki ben, polisimi kimseye ezdirmem… İşte o ezdirmediği polis bugün bir skandala imza attı. Hem de öyle böyle değil… Hem de özrü kabahatinden büyük bir komploda başrolde “Ergenekon Davası’nın tutuklu sanığı Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin telefonuna, Hizbut Tahrir örgütü ile ilişkilendirilen 139 kişinin telefon kayıtlarının yüklenmesi*” olayı… Ne oldu diye sorulduğunda sehven yanıtı alındı. Yani demek ki kim bilir bu kayıtlar kimin telefonuna yüklenecekti de yanlışlıkla o telefona yüklendi.
Eee… Şimdi bu olay insanın aklına ne getirir? Pardon soru yanlış oldu. Ne getirmez daha doğru olur sanırım.
Mesela, tam bir Hanefi Avcı gerçeği…
Mesela, Ergenekon düzmecesi içerisine sokulan masum kişiler…
Delil yaratma ve ilişkilendirme…
Ve daha neler… Neler…
***
Söylenebilecek tek bir şey kalıyor bu elmalar yurdumun yüreğine düşerken, cazgır edasıyla başladığım bu yazıya şair edasıyla son vermek;
“ derine hep derine kazıyoruz
nerede çağımızın o altın kalbi
çağımızın altın kalbini arıyoruz
üzerimizde ağır bir yeryüzü
gökyüzünden uzakta, çok uzakta
derine hep derine kazıyoruz…”**



Kaynak, Alıntı: *Odatv
** Ümit İlter “Geçit Yok” şiirinden…






NOT: Foto çeşitli internet sitelrinden alınmıştır.

Sat/ranç



düşünmeden üç hamle sonrasını
Şah’a sürdü taşları
ve gerçek
bir kez daha yendi
dip-lo-mat-ı

Dükkânımdaki Kelimeler

her türlü kelime vardır dükkânımda
sıfır ila yüz on bir yaş arası
büyümüşte küçülmüş,
küçülmüşte büyümüş tüm çocuklara
aradığınız tüm kelimeler vardır dükkânımda.

yeni konuşma öğrenen çocuklara,
ben veririm dükkânımdan en komik kelimeleri
ya konuşmayı beceremeyenlere ne demeli,
onlardan da tek tek toplarım
ikinci el fiyatına
yıpranmış… kırılmış kelimeleri.

ayrılmaya yüz tutmuş aşıklara
ben veririm hep
en
güzel ayrılık kelimelerini,
ama toptan isteyen olursa
kimseye söylemem,
kurduğum ayrılık cümlelerini
çünkü ben fazla çalışmam ayrılıklarla
ama iş kavuşma olursa
bir ayrılık kelimesi yerine,
binlerce sevgi cümleleri veririm
hem de hiç fiyat farkı koymadan.

ben en çok barışı ihraç ederim
barut iklimi yaşanılan ülkelere
gerçi o ülkelere hafif kalsa da binlercesi
yine de talep edilirim,
çünkü savaş, ölümlerle varsıllaşan insanları
çeker üstüne karababalar gibi
ve yaşanmaz sadece can pazarı.
o yüzden ben hiç stok yapmadan
ne kadar varsa elimde
gönderirim irili ufaklı barışları
hapşırdıklarında daha çok yaşasın diye insanlar






Militan Yağmur

yağmurda ölen
militan duygulara adanmış
bir türküdür bu

sormayın ama
hangi duygu?
yağmur;
hangi yağmur!

Kibrit Çöpü

o kadar uzaktın ki bana
inanamıyorum şimdi,
bir kibrit çöpü mesafede duruşuna

o kadar yakındın ki bana
inanamıyorum şimdi,
bir kibrit çöpü mesafede oluşuna

İki Dağ Arası Deniz




    
        kaldım iki dağ arasında…






düşler hep geç gelirdi bizim oralara
normaldi inek sesleri arasında hayata merhaba demek
doğum sancıları duyulmasın diye hatta
daha çok bağırtılırdı inekler
ardından herkes aynı dille muştulardı
bebek, gökyüzüne zılgıtlarla yükselir
inekler susardı…

köyün en yaşlısı
ebe olurdu hep
böylesi oyunlarda değişmez kuraldı
sıcak su, temiz bez

kaldım iki dağın arasında

göğsümde sancıyan yaradır hep
bizim dağlar uzak kaldı Deniz’e
yeni öğrendiğimiz bir dille
nasıl anlatılırdı yaşamın köy hali
Xızır; nasıl yazılır?

kaldım iki dağın arasında

soğuktan iyice sokulurken birbirine çocuklar
çıt çıkarmazdı soba
varlığı yeterdi ısıtmasa da
hep geç gelirdi bizim oralara baharlar
yüreği bıçkın,
dağları asi olduğundan mı bilinmez

kaldım iki dağ arasında
yeni öğrendiğim bir dille
vurur mu şimdi gölgem Deniz’e

20.11.2009
 

Hava Yer Yer İzmir Yağışlı

Yer…
Yer…
Neresi dersiniz…
Tabi ki İzmir…
Bu sefer sahnede Bülent Arınç…
Ve malumuz o cümle “ Her şey içki ve seksten ibaret değil…”
Eee…  Zaten ibaret diyen olmadı.  Ancak Arınç, sanıyorum ki tüm algılarıyla yani yaşam tarzı onlarınkiyle bağdaşmayanların hayatlarını içki ve seksle geçirdiklerini sanıyor.
Pes doğrusu…
Ne can ne de yürek dayanır öyle yaşamaya?  
Lakin bi taraftan da düşünmüyor değilim. Neyi mi? (Durun hele öyle yaşamayı değil, düşündüğüm)
Hani Sayın Başbakanımızın diline pelesenk olan şu meşhur 3 çocuk tavsiyesi…
Hani asgari ücretle çalışan bir gencin evlenmesine yardımcı oldu da sonra 3 çocuk, dedi.
Hani önüne gelene 3 çocuk diye diretti…  Kadının doğurganlığını ön planda tutup, erkeğe bakıp üç de üç…  Dediği söylemler geldi aklıma…
Acaba şimdi kim düşünüyor?
Bakanı seksten ibaret değil derken, Başbakan 3’te kararlı…
Ee ama Sayın Arınç, leylekler getirecek değil ya bu üçü… Hadi karıştınız milletin içkisine, bari bırakın da yatak odalarına girmeyin…  Hadi girdiniz, bir karara bağlayın kendi içinizde çelişeceğinize… Yasaysa yasa… Kutsal kitap değil ya bu anayasa, değiştiriverin çekirdek aile kavramı içeriğini olsun bitsin… Hem siz rahat edin… Hem de tıksıranlar… Bir yandan da seksi düşünenler… Düşünürken soğukta karılarıyla değil acılarıyla… İşsizlikle… Geçinebilme umuduyla çiftleşen insanlar derin bir nefes alsın.
***
İzmir’e gelen her AKP’li İzmir’e ne kadar geldiğini, EXPO’nun arkasında olduklarını, İzmir’le ilgili proje ve desteklerini anlatır dururlar. Yani siyasi lügatte bakın şu anki parti iyi hizmet vermiyor . Siz gelin bize oy verin bakın İzmir nasıl olacak vs. vs. Yani açıkça bize oy vermediğiniz sürece İzmir yerinde sayıp duracak. Bunu iyi düşünün, bilin ona göre seçimlerde oy verine çıkıyor, kullandıkları her cümlenin arka kapıları.   Eee… Hal böyle olunca siz ne düşünürsünüz…  Doğal olarak benim düşündüğüm tek şey “ oy yaptırımı”… O yüzden İzmir’e gelenler İzmir’i kendi partilerine sokmayı değil de İzmir’e hak ettiği değeri hatta fazlasını göstermeleri gerektiklerini ne zaman öğrenecekler. Hadi diyelim ki değer vermiyorsunuz sırf ego tatmini için İzmir’i istiyorsunuz. Bari cümlelerinizde kendi ipinizi kendiniz çekmeyin…  Hal böyle olunca gülmeyle kusma arası bir şey düğümleniyor insanın boğazına… 



NOT: Foto çeşitli internet sitelerinden alınmıştır.

 

NÜıslak

sen çıplak...
ben çıplak...
hiçbir hamama yakışmadık
çünkü gece çırılçıplak.

sen ıslak...
ben ıslak...
sudan çıkmış balık değildik
çünkü aşk ıpıslak.

 

Mayıs 2007


Noktalı Uçurum

neye benzerdi
nokta
yuvarlak olmasaydı
kalemin ucu
ya da
uçurumlara konmasaydı.

NE ÇOK BENZETİRDİM HAYATI KOMPOZİSYONA


Kompozisyona benzettiğim çok oldu hayatı…
Giriş…
Gelişme…
Sonuç…

Giriş bölümü herkesçe malum. O bölüm beni pek ilgilendirmeyecek. Önemli, önemsiz, derin, ince, karmaşık vs. gibi türlü labirentlerden geçtiğinden falan değil yani yanlış anlaşılmasın. Sadece gel-işime yazmak istediğimden…

Düşünme kabiliyetini kazandığından beri insan hep bir kısırdöngü içersinde buldu kendini… Tekerleğin icadından tutun da… Her gün işe gitmek… Hafta sonunu iple çekmek… Pazartesi sendromlarına takılı kalmaya kadar hep bu kısırdöngülerin içersinde büyüdü, gelişti insan. Bu arada boş kalır mı hayat? Kalmaz tabi ki o da her gün herkese aynı yemeği sundu. Ancak ayrı garnitürlerle… Aslında buydu işin özü hayatı çekilmez yapan da yaşanılası güzelliklerle dolduran da o bizlere sunduğu ufak, minik minik süslü garnitürler…

Yine öylesi güzel bir zamanda koyuldum düşlerin yoluna… Niye dedim insan hep gelecek hayallerinde gözünü yukarılara diker… Niye şu anki durumundan bir tık, bir basamak daha ilerisini düşler… İster… Sorsak kendimize hiç düşündük mü şu anki durumunuzdan bir tık daha aşağıda olmayı. Ne olurdu haliniz, ne düşünür, ne ya da neler yapabilirdik diye… Çok sorarım aslında kendime, nerden nereye geldiğimi çok iyi bilirim lakin nereye doğru gideceğim meçhulden hallice… Aslına bakarsanız da işin niye kısmı o kadar göreceli ki… Çünkü dedim ya en başta hayat, herkese aynı yemeği sunar lakin farklı garnitürlerle işte o garnitürler o niye sorusunun cevabını farklılaştıran unsurdur.

İşin bu gelişme bölümünde aslında yer yer durağan zamanlara takılmışızdır. Duraklayıp duraklayıp yolumuza bakmışızdır. Ancak bunlar öyle zamanlardır ki o geçmesini istediğimiz saatler, günler bir anda geçemez olur. Zaman üstüne üstüne gelir insanın… Jerry misali kaçacak delik aranır Tom’un tuzaklarından kurtulmak için (Bulur muyuz bilinmez). Sonra yer yer susar düşünceler… Düşler sükûta döner… Yalınayak soğuk betonlara basıyormuşçasına içimizi o ilk adımda soğuklar işgal eder…
Eee… Daha...
Dahası mı?
Kendini kuşatılmış kara parçasından farksız görür insan… Sonra bir de bakmış cevabı bulunamayan sorgular oltasına takılı balık olmuş. Çırpınıp çırpınıp durur. Dinlenir… Dinleriz… Acaba şimdi dibe mi yoksa yukarıya mı? Yönümüz neresi olacak. Nereye doğru gideceğiz…

Çaresizlikle eşanlamlı mı geldi bu gelişme bölümündeki duraklama faslı size. Tam denemez aslında. Sadece çaresizliklerin işgaline uğrayan günler yumağı olabilir –duraklama-.

Sonra içsel sesimiz eşliğinde elbet deriz biter… Geçer bu günlerde, geçer… Ama geçerken de öyle güzel yer bulur ki belleğimizde, denize nazır (Metre karesini siz hesaplayın)… Yürürken bile acıcık duraksasan hemen aralayıverir o bakışlarını, gelişme bölümündeki duraklama...

Silkelen ve kendine gel cümlesiyle kaldığı yerden başlar hayat…  Ve o güzelim insan, nasıl bir sonuca doğru yol alır duraklama diyetinden çıkar çıkmaz. Her gördüğünü çare, bir adım daha ileriyi düşleyerek mi dersiniz bilemem ancak farksızdır şaşkın ördek yavrusundan…

Sonuç; hani kompozisyona benzetirdin iyi bir sonuç bekledik… Bekledik... Niye sorusunun cevabını göremedik diyenlere…  Her son-uç son olmayabilir, hayata yeni yeniden başlayanlara… Yani işin a’dan z’ye uzanan köprüsünde durmadan, durarak, durağan, duraksadığımızın farkına varalım ya da varmayalım hayat denen o büyük ve ihtişamlı olgu, giriş-gelişmeden girerek vücut bulur. Kompozisyon kurallarını alt üst eden sonuç öbeğiyle, kimi zaman asık, kimi neşeli, kimi âşık, kimi aşk yapmış bir şekilde gösterir yüzünü.

Ey hayat!
Kompozisyonla ayrı düştüğün tek nokta son-ucun olmayışı…
Hep yeni başlangıç, gelişmeden gelişmelerden sonra…



Gözlerim Yağmur Çiçeği

gözlerim yağmur çiçeği;
dilime bulaşan ayrılık
bırakınca damaklarıma tadını,
söyleyeceklerim… söylemeyi düşlediklerim,
karıştı birbirine
git ile –me arasına
ne çok cümle sığıyormuş oysa
hiçbirini söyleyemediğim.

gözlerim yağmur çiçeği;
yanaklarımda konaklayan el izlerin…
dudaklarıma tüneyen o buruk ıslaklık,
daha önce hiç bu kadar
anlatmamıştı sevgiyi
ve daha önce hiç kimse,
hiç bu kadar içli öpmemişti beni.

gözlerim yağmur, sen ayrılık çiçeği
sonu olmalıydı bu aşkın
her ölüm gibi.

2007 İzmir

Gittiğinde; Gitti

kaybolup gittiğinde,
karanfiller taktım elektrik direklerine
mavi
ye boyayıp kaldırımları,
bulutları sürdüm yokluğunun tenine,
gittiğinde; gittim…

kaybolup gittiğinde,
yanaklarımda boy boy nilüferler yeşerdi
durmayınca göz
lerim,
kirpiklerimdeki martılar
kırık bakışlarla beslendi,
gittiğinde; her şey gitti…

kaybolup gittiğinde,
beklemeler her yanımı sarıp
yalnızlığı çiçek
lendirince,
göz
yaşlarım sahte baharlara kanıp
göz
lerimi terk etti,
gittiğinde; dudaklarımdan günlük güneşlik
bir kelime
dahi dökülmeyince,
her şey kuruyup seninle gitti…

2007

Oto-Biyografi

ne hızlı yaşayacak kadar vaktim vardı
ne de yavaş…
akıp giderken cümlelerim
ben hep
yaya kaldım.

2007- İzmir

Servis Şoförü




O302
gün doğmadan yanaşırdı servis
tütün kokularına boğmak için kadınları
tek tek toplardı her
zamanki yerlerinden
ardından hayata dair şarkılar tınlardı
cızırtılı bir edayla o üç yüz ikiden*

kimi uyur…
kimi çalan şarkılarla dalar…
hayatın en
güzel yolunda yürürdü
ta ki servis, fabrika kapısına yanaşıncaya kadar

yağmur damlaları gibi
dökülürlerdi tek tek tısss diye açılan kapılardan
yaşamak telaşı…
tütün kokuları sarardı her yanı
hayaller o üç yüz ikide
gerçek, yere basmak için attıkları o ilk adımda karşılardı onları

ardından başk
a düşlere yataklık ederdi o üç yüz iki
servis şoförünün çaldığı her parça
işçi marşıymış gibi
güneşe çevirirdi göz
leri
ve gerçeğe daha umutla sarılırken işçiler
direksiyonu tutan eller amcam oluverirdi.

2010


*90’lı yılların otobüsü (Mercedes O302)


Şiirin Hikayesi



NOT: Foto çeşitli internet sitelerinden alınmıştır.

Uydu-mu?


içiyorum...
içtikçe duruyor mu dünya
yoksa
dönüyor mu başım,
kim kimin uydusu
anlayamıyorum


Haziran 2010

BENCİL



gün gelir de
dokunamazsam tenine
iğrenirim kendimden

ya!
senden sonra
ölürsem

2010

Efkâr

o kadar doluyum ki
bardaktan boşalırcasına yağmak istiyorum
bıraksam kendimi
açar mısın?
şemsiyeni

2010 Eylül

GECEKONDU DUYGULAR





yıkılsa bir bir d-evler
ayakta kalır –rimciler.



Ne Çok Adın

ne aşk değişti,
ne de ayrılık...
sadece biraz daha az sonbahar
biraz kurak...
yer yer sağnak...

ne aşk
ne ayrılıktan,
uzun topuklu sesler
bıraktığından beri
sol yanağıma çukuru,
gülmek hep
adını fısıldadı

değişen
ne aşk
ne ayrılık...
ne kadar çok gülersem
o kadar çok adın.

ve ağlamayı unuttum...



Ocak 2011

HEYKEL GÜNLÜĞÜ

İnsanlık Anıtı
Çok acayip, şaşılacak kadar çirkin olan, ne?

Heykel kelimesi geçmesi de cümlenin içinde, Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı” olarak yaptığı, yapmaya çalıştığı… Bitmeyen… Bitirilemeyen… O devasa anıt…

Başbakan Kars’ta “ucube” dedi. Bugün Kültür Bakanı Günay, heykel demedi… Onun için demedi… Biz sanatçının eserlerine saygılıyız… Laflar çarpıtılıyor gibi vs. ortamı toplayıcı sözlerle konuştu… İşe yaradı mı dersiniz? Bana göre yaramadı. Çünkü konuşması yuvarlaktı. Yani heykeli saydı, sevdi, sahip çıktı ama akıbetinin ne olacağının adını tam olarak koymadı.

Peki, Sayın Dışişleri Bakanımız ne dedi o anıt için; Kars mimarisine uymuyor…

Şimdi biraz daha eskilere gidersek AKP’nin heykel günlüğünü çıkarırız sanırım…

Yine aynı sanatçının daha önce yaptığı “Periler Ülkesi” adlı eseri için “tükürürüm böyle sanatın içine” denmiş… Kaldırılıp parçalatılmak istenmişti. Ancak sanatçı bu hakaretamiz söz için mahkemeye başvurmuş hem tazminat davasını kazanmış hem de eserinin onurunu kazanmıştır ve eser eski yerine konulmuştur. Kimdi peki bu heykeli parçalatmak isteyen; Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek.

Daha sonra Antalya Altın Portakal Film Festivalinde kazanan sanatçılara takdim edilen Venüs heykeli dönemin Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel tarafından kaldırılmış ve peri şekline bürünmüştü. Sonra festivalin 46’cısın da Venüs heykeli geri döndü. Heykeli kaldıran Başkan da AKP’li idi.

Referandum sürecinde darbecileri yargılayacağız diye vaatlerde bulunanlar… MHP’li bir belediye başkanı o darbeyi yapanın heykelini,” can güvenliğini tehdit ediyor” gerekçesiyle kaldırtmak istiyor. Ancak AKP’li meclis üyelerinden izin çıkmıyor. Sonuç; heykeli bile can güvenliğini tehdit ediyor. İki, olay referandumdan sonra gerçekleşiyor. Üç, daha heykelini kaldırmaya niyetiniz yok nasıl yargılayacaksınız. Dört, siz ne anlam çıkarırsınız bu işten.

Tabi ki herkes sanata aynı gözle bakacak değil. Ancak eserlere ne kadar çıplak gözle bakarsak, bakabilirsek o kadar giyinikliğini görebiliriz. Ancak anlaşılan o ki bazı AKP’liler o eserlere farklı gözlerle bakıyor. Yorumluyor… Anlam çıkarıyor… Hatta bazı yorumlar hakaret derecesine ulaşıyor.

Ne anladık bu heykel günlüğünden, dönemin Kültür Bakanı Hüseyin Çelik, Şarap tanrısı Dionysos heykelinin yurda getirildiği zaman basın toplantısı yapıyor… Heykelin üzerindeki örtü iner. Basın mensupları deklanşöre basar. Ve meşhur o an fotoğrafı çekilir. Yani Sayın Çelik Dionysos’a yan gözle bakarken…

Eee… Yani…

Ne diyordu Necmettin Erbakan “bunlar bizim arka bahçede top oynayan talebelerimiz”…

Yıl 1996 REFAHYOL koalisyonuyla Başbakan olan Necmettin Erbakan hükümetinin Kültür Bakanı İsmail Kahraman Efes’e incelemelere gitmeden önce talimatı gider. O hepimizin bildiği “Priapos” nam-ı diğer Bereket tanrısının üstünün örtülmesi söylenir.

O zamandan bu zamana 15 yıl geçmiş ancak talebeler hocalarından öğrendikleri sanata bakış açılarından hiç bir şey kaybetmemiş görünüyorlar…

Hıı!

Hala o heykeli (Priapos) hatırlayamayanlar için son ipucu “boyundan büyük pipisi olan” heykel…


NOT: Foto çeşitli internet sitelerinden alınmıştır.

Ada Yalnızlığı

keşfedilmeyi bekleyen
bir ada yalnızlığı yaşıyorum
varsın kimseler sormasın
ben sensizliği su diye içiyorum
kimseler bilmesin, varsın
sensizliği, onlardan bile sakınıyorum

bir ada yalnızlığı yaşıyorum
ormanlarım yeşil yeşil
mavilerim tertemiz,
çiçek çiçek baharlarım
kirlenmedi hiç bir yıldızım...
hiç bir ağacım...
ve de ateş kırmızısı giyen ayım...
varsın kimseler kirletmesin
su diye içiyorum ben sensizliği
kimseler el sürmesin

bir ada yalnızlığı yaşıyorum
varsın, kimseler keşfetmesin
ben sensizliği su diye,
kana kana avuçlarından içiyorum 

Açma Islan

yazmıştım tek tek
yağmur damlalarına
sevgimi
korunmak için
açtın şemsiyeni.

Acı + Açı

bir sensizlik var ki bende
binlerce köşeleri var
ve bu köşelerin acıları
hesaplanamayacak kadar
açılı.



… Ve .

yüreğimde duruyordu
yan yana üç nokta
oysa
bakışlarımız birleşiyordu
sadece
bir nokta da…

14.02.2004 / 20:47 İzmir

Popüler Yayınlar

Yasal Uyarı

Yayınlanan yazılar ve şiirler özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazı ve şiirler aktif link verilerek kullanılabilir.