Yalnızlık…
O
değişmez olgusuyla, o değişmez sessizliğinin ses tonuyla yanaşınca yanıma
kalakaldım öylece…
Büründüm
onun ses tonuna… Bülbül değildim ama tepeden tırnağa dut yemiş gibiydim sanki
Sus-dut…
Çıtın
Che’si çıkmıyordu.
Sokak
lambalarının sesi âdete yırtıyordu kulaklarımızı, aydınlığıysa gölgelerimizi…
Saatlerce ama saatlerce sus-duk…
En
büyük, en görkemli kalabalığımızdı, yalnızlık… Bu şatafatlı yalnızlığa bir de
suskunluğu dolayınca gölgemizden bile çekinir oluyorduk. Türlü türlü hayallere,
farklı farklı düşlere sürüklüyordu bizi. Mesela çaktırmadan elimi ağız şekline
büründürüp konuşuyormuş havası veriyordum. Sen de elini sanki elimin üstüne
koymuşsun havası veriyordun. Duvara yansıyan siluetlerde konuşuyorduk ama suskun-duk
biz.
Tepeden
tırnağa sus-tuk…
Ne
mum ne de bir perde vardı. Etrafta meddah falan da yoktu. Gölgelerimizi
konuşturan tepeden tırnağa suskunluğa bürünen bizdik. Çünkü dudaklarımızdan
dökülen son kelimeydi, ayrılık…
Sus-dut…
Sadece siluetlerdeydik.
Aslında
tüm o suskunluğun içerisinde çok kalabalık olduğumuzun farkındaydık. Sanki sen
İstiklal caddesi, ben Kemeraltı gibiydim. Çok telaşlı, hiçbir işi olmadığı
halde bir yerlere yetişecekmiş acelesine bürünen bir ifade vardı yüzümüzde… Belli
oluyordu aslında çokça içimizden konuştuğumuz. Dilimiz damağımız kuruyor habire
yutkunuyorduk. Gecenin o sessizliğinde sokak lambalarından yayılan,
gölgelerimizden açığa çıkan sesler ne kadar da gürültülüydü. Yan yana olduğumuz
halde duyamıyorduk birbirimizi…
Hep
içimizden…
Hep
içimizden, konuşuyor ve belki vazgeçer diye iç geçiriyor da dilimize getirip
oradan dudaklarımıza itemiyorduk o cümleleri… Son cümlemizin hem öznesi, hem
yüklemi, hem dolaysız tümcesiydi ayrılık. O yüzdendi bunca can çekişmemiz…
Biz
sadece ayrılıyorduk… Diş çektirmek gibi bir şeydi oysa bu… Suskunluk, gece,
sokak lambaları, gölgeler öylesine yol üstü diye uğramışlardı sadece. Niye üstümüze
alınıyorduk…
Biliyorduk
elbet ayrılığın, üstüne dökeceğimiz her cümle dağılıp gidecekti. Belki de o
yüzden hiç konuşmadan anlaşabiliyorduk. Suskunluğunda en nihayetinde bir dili
vardı. Biz ilk defa o gün gölgelerin, sokak lambalarının bir anlatım biçimi
olduğunu gördük. Kaldırımların öylece durmasının, yıldızların ritmine cırcır
böceklerinin eşlik etmesi sonra rüzgârın yaprakların omuzuna el atması gibi
daha birçok şeyin ilk defa o gün kendilerine has lisanları olduğunun farkına
vardık. Çünkü biz hiç onların lisanlarını öğrenmeye teşebbüs etmemiştik.
Ayrılık bize giderayak bir lisan bırakıyordu. Çokça tökezliyorduk lakin
azimliydik de öğrenmeye…
Aslında
onca ses, onca anlatım biçimlerine inat suskunluğun sesi yağmur yüklü bulutlar
gibi kaplıyordu her yanımızı. Ve onca vakte kadar çıkmayan o çıtın Che’si
elinde stetoskobuyla ayrılığın kapladığı yıkıntılarla dolu sol yanımızı
dinliyordu. Çığlıklardan patlıyordu kulakları, bir taraftan gök gürültüsüyle
karışık gözyaşı atıştırıyor diğer taraftan bize bakıp bakıp yalnızlığı üç kat sardığı
purosundan bir fırt çekiyordu. Tam karışacak oluyorduk o dumana suskunluğun
boğucu sesi tutuyordu bizi… Tam yelteniyorduk ki Ç’nin bacağından tutup kendimizi
kurtarmaya, boğuluyorduk ayak izi çukurlarında… Ne derin ne uçsuz bucaksızdı
onlar. Sen artık bir mevsimden başka bir mevsime geçiyordun. Solbaharımdın, sonbahara
akıyordun.
Ne
halt edeceğimizi bilemiyorduk. Çünkü sende ilk defa ayrılığı yaşıyordun, ben
de… Üstelik hiç bilmediği bir lisanı çarçabuk nasıl öğrenirdi insan… Nasıl bir
şey bekliyordu o yol ayrımından sonra bizi bilemiyorduk. Sadece yalnızlık,
suskunluk, gölgeler ve sanki yüzyıllarca geçmeyecek bir acı boy veriyordu o
yıkıntılarımız arasından… Ama ne acı onca sessizliğin içinde, hangi Richter
ölçer, hangi desibel, hangi hangi birim bizi dindirebilirdi… Hangi doktor,
hangi Che iyileştirebilirdi ki şu an bizi… Hangi tedaviye cevap verebilirdik.
Hangi…
Hangi…
Diye sorular yırtıyordu bir taraftan beynimizi…
Ne
yapacaktık…
Acaba
her şeye inat birazcık dudak döküntüleri yapsak bir çaresi olur muydu? O
içimizden saydığımız birimler bizi biraz olsun anlayabilirler, ölçebilirler
miydi?
Ne
bileyim geziniyorduk işte öyle sessiz çırpınışlarda… Biliyorduk elbet bir faydası
olmayacağını. Biliyorduk ama çırpınıyorduk da…
Yalnızlık;
yüksekliğini yaşantımızla ördüğünde kalmıyordu yapacak bir şey. Gelmiştik artık
ayrılığın son bir adımına. O bir adımdan sonra artık bambaşka birileri
olacaktık. Yolda görüp kafamızı çevirecek, tanımamazlıktan gelecektik
birbirimizi… Yahut hiç rastlamayacaktık ama rastlamak içinse iç geçirecektik.
O
son adımdan sonra en güzel melodiler bile artık çıtın Che’sinin bıraktığı sol’dan
son anahtarında… Sessizlikte yürüyecekti bizimle beraber kulağımızda hiç dinmeyen
şarkı gibi uyacaktı, ayak seslerimiz ayrılığa…
Ve
arkana bakma diye diye iç geçirirken aynı anda, aynı adımı atınca farklı yöne,
sol'acaktık artık Che’nin orta yerinde…