Tek’leme



Her şeyin tek’i oldu…
Çok şükür…


“Tek vatan ”dediler…
Çokuluslu olduk…
Almanı, İngiliz’i, Arapları, Fransız’ı, Amerikalısı vs. özelleştirmelerden parsel parsel nemalandılar…
Maazallah bir ekonomik kriz olsa bizi sarsmaz… Çünkü sarsacak bir şeyimiz kaldı elde avuçta… Globalleşme, küreselleşme derken tek olacağımıza çoook uluslu olduk…

 “Tek bayrak” dediler…
Bayrağın üstündeki Atatürk’ü çok görüp bayrak yönetmeliğini hatırlatan zihniyetler, meydanlardaki farklı renklerdeki bayraklara seslerini çıkaramadılar. Terörist başının posterleri sallanırken de susup yutkundular…
Yani anlayacağınız bayrakta da tektik; Taksim’de gezi parkına asılan paçavraları saymazsak…

“Tek millet” dediler…
Kurtuluş savaşına katılanları çıkarırsak, sadece Osmanlı’yı saydılar. Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i, Alevi’si, Sünni’si onlar için mühim değildi. Osmanlıysa, onlar gibi düşünüyor, onların gölgelerinden yürüyorlarsa gerisi teferruattı…
Benim sünni vatandaşım, benim başörtülü bacım gibi söylemlerse tek millet olmanın olmazsa olmaz söylemleriydi.

Tek dediler…
Hamile kadınlara bile sokakları çok gördüler…
1+1 dairelerin yapımına bile karşı çıktılar. Aile yapımıza uymuyor diye.

Ancak her şeyin tek’ini isterlerken, tek eşlilik namına sesleri solukları çıkmıyordu. Bakabiliyorsanız alın dercesine birbirlerine bakışıyorlardı. Ve onca sorunları bırakıp milletin yapacağı çocuk sayısını üçten beşe arttırıyorlardı. En nihayetinde söyledikleri sayı da tek’di.
Eeee…
Bunca tek-lemeye itekleye itekleye gider bu iktidar sandık başına…



Batık -Sualtı Edebiyatçılarına-








Nasıl almıştı beni ayrılık…

Uzun zaman evvel ilk defa tatmadığım duygularla yüzüyordum maviliklerde… Martılar dahi konmazken tenime, sen güneşlenmiştin güvertemde… Kâğıttan gemi olabilirdim… Yüzemeyebilir, batabilir hatta ve hatta seni de bu batığa gömebilirdim… Ama sen aldırış etmeden hiçbir şeye bıraktın tenini gövdeme… Ben o an her ne kadar kendimi kâğıttan sansam da çeliktendim çelikten… 
Sen geldin ya…
Sen sevdin ya…
Seni seviyorum dedin ya…
Sen, tutup elimden beni bilmediğim maviliklerle tanıştırdın ya bende o günden beri yelkenler fora…

Ne günlerimiz oldu. Ne fırtınalarla başa çıktık. Elbet bizim de oldu ufak tefek yaralarımız ama sarmasını başarabiliyorduk.

Kulaktan kulağa yıllara yayılan denizci hikâyelerine benzemeyi ne çok isterdik. Her dokunduğumuzda birbirimize yeni yeni duyguları, keşfedilmemiş adalar gibi keşfederdik. Saatlerce belki de günlerce birbirimizde gezinirdik. Zamanın izi silinir biz kendimizden geçerdik. Dalgaların kendimize getirdiği çok oldu bizi…

Ne güzel geçiyordu günler…
Ne güzel geçiyordu yıllar… Saymadık oysa biz hiç… Yaşımız belli olmasın diye belki de… Belki de o duygular yaşlanmasın diye… Ne sen bana ne de ben sana bu güne kadar hiç sormamıştım doğrusu. Sahi biz ne zaman tanışmıştık. Zaman bizi kendiliğinden ne güzel de getirmişti bir noktaya… Alabildiğine mavi, bolca gökkuşağı, yer yer rengârenk…

Hayat çok cömert davranıyordu bize… Biz de hakkını veriyorduk doğrusu. Bir gün hiç unutmam yine bilmediğimiz bir yerleri keşfe çıkmıştık… Ortalık süt liman, dingin… Deniz hiç bu kadar sakin bense bu kadar dalgalı olmamıştım. Bu ilkti… Sen arkanı dönmüş gidiyor bense demir atmıştım. Dur dememi bekler gibiydin giderken. Dur, dedim.
Sen durdun, ardından zaman…
Sen durdun, ardından gövdemden süzülen yaşlar durdu.
Sen durdun, demir alıp sana koştum ve az daha boğuluyorduk birbirimizin mutluluğunda…



Sonra günlerden bir gün…
Zamanlardan en acısından bir zaman, sana tutunup bağlandığım limandan kopardım kendimi… Su aldım ağlayınca içime içime… Kâğıttan gemi, ne kadar süre çelik sanabilirse kendini ben de o kadar sanmıştım… Elbet vardı kendime göre bu ayrılığı yaratmamın sebepleri… Hepsini anlatamadığım, konuşma özürlü olduğum için saklamıştım amforalarda…

Artık batıyordum sevgili, gittikçe…
Sana son anda bıraktım can simidini… Sen gövdemi yırtarcasına tutunmaya çalışsan da götüremezdim yanımda, tek kişilik yolculuktu bu sefer benimkisi…
Ve ayrılık çektikçe çekiyordu iyice dibe... Gövdemde el izlerin, gidiyordum yosun kaplanacak bir yolculuğa…
Gidiyorken ne varsa sana dair dolduruyordum bir taraftan da amforalara…
Gidiyordum sevgili, gövdeme değdiğin her yeri yüzyıllarca sürecek bir sessizlikte saklamaya.
Gidiyordum, aklımda kim bilir hangi yüzyılda bulacaklar “bendeki seni” düşüncesiyle…
Gidiyordum, acaba acımı hafifletir mi saracak yosunlar, sorusuyla…
Gidiyordum, son nefesimi, son cümlemi, son düşüncemi giderek benden uzaklaşan hava kabarcıklarına bırakarak…

Ve dipteyim, battım artık sevgili...
Güzelce sıraladım amforaları, kırmadan hiç birini hem de… Sana dair ne varsa onların içine sakladım çünkü…
Güzelce, gülerek sona doğru bıraktım, gövdemi…

Ne bileyim, sualtı edebiyatçıları fısıldar kulaktan kulağa yazarlar belki de bu batışı, bu duruşu ve bu sonu… Bulup ulaşırlarsa sana, birinci ağızdan dinlemek için bizim hikâyemizi anlatırsın onlara kelimelerin en tuzlu haliyle olur mu sevgili… Ya da bırak nasıl olsa sualtı edebiyatçısı onlar ıslak ve alabildiğine mavi kelimelerle yazıp çizerler bizi…

Ne bileyim, hele bir sarmaya başlasın gövdemi yosunlar, bi’zaman geçsin elbet gülümserim serinlemek için denize giren yalnızlığa…


Elbet Büyüyecek





büyüyecek benim oğlum…
yangından koparacak gülünü
karanfil yapacak…
olmayacak babası gibi…

büyüyecek benim oğlum…
elbet aklını başından alacak
sarışın suskunluklar;
çocuk olacak…
genç olacak…
yiğit olup
er meydanlarında savrulacak,
ama kanmayacak
doya doya içecek
çekilen acıları,
ve daha da büyüyecek...

elbet büyüyecek
benim oğlum,
çekmeyecek babası gibi
belki daha fazlasını
taşıyacak zulasında…

elbet büyüyecek
anlayacak…
anlatacak…
boşuna olmadığını
onca acıların…

elbet büyüyecek…
her evlat
çiçekten öte
genizde yanan
bir kokudur çünkü…


Popüler Yayınlar

Yasal Uyarı

Yayınlanan yazılar ve şiirler özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazı ve şiirler aktif link verilerek kullanılabilir.