ŞÜKRAN MORAL PENCERESİNDEN BAKABİLMEK

Şükran Moral…
Aykırı bir kişilik…  Marjinallikte az kalır… Yetmez hatta yaptığı sanatın yanında…
Yaptığı işlere bakınca ( geçmişindeki yaşantısı kendi deyimiyle psikologları ilgilendirdiği için beni de sadece yaptığı sanat ve sergilediği performansları ilgilendirecek)  birazdan ne demek istediğimi siz kendinizce şekillendirin ve sanatın paradoksal durumu içerisinde kendinizle cebelleşin…
 Yani sanat, sanat için mi? Yoksa sanat toplum için mi? Ya da sanatçı gözüyle sanat, izleyici gözüyle san-at gözüyle mi?  Yoksa Şükran Moral sanatı mı? Bildiğimiz sanat mı?
1994 yılında Artist, sahnede…
Ee… Ne var bunda demeyin. Bu oto portrede üzeri çıplak bir şekilde çarmıha gerilmiş İsa oluveriyor. Hem de dünyada bir ilk; ilkin de ilki aslında hem kadın, hem Müslüman olarak bu gösteride yaratıcılığı simgeliyor. İtalya’da sadece bir kez gösterildi ve Katolikler bu durumdan hoşlanmadığı için de bir daha sergilenemedi. Aradan geçen onca zamandan sonra feminist gösterilerde, kampanyalarda bu eser başı çekti. 
1996 yılında Speculum, sahnede bu kez.
Yani sanatçının kendi deyimiyle konuşan vajina… Ne mi anlatmak istiyor sanatçı bir jinekolog masasına uzanıp bacak arasına koyduğu ekrandan akan çeşitli karelerle…
(Laf aramızda çok kızan… Çok küfreden de olmuş…  Çok… Çok… )
Aslında anlatmak istediği, kadına şu günlerde bile (14 yıl geçmesine rağmen) gösterilen üç çocuk doğurma görevi verilme zihniyetinin geleceği… Eee… böyle bir performanstan sonra gerisini siz düşünün…
Derken 1997’de, Hamam…
Şükran Moral ve kameramanı (o da kadın) dalıveriyorlar çat kapı hamama…
Kadın değil yalnız, erkekler hamamına…
Ve olağanca güçleri… Kötü bakışlar… Farklı düşler eşliğinde…
Hamam gerçekliğini gösteriyorlar tüm dünyaya…
Sonra bir genelev macerası geliyor… Ki burada da bir ilke imza atıyor kendileri…  Yani o kadar kadının içeride olmasına rağmen, orada performans sergilemek için birçok bürokratik engeli aşıyor… Üstelik fotoğrafçısı da Hamam’da olduğu gibi burada da kadın… Ve o performansında beni yaralayan, derinlerime kadar işleyen, hatta şu an yazarken bile… Bir olay vardır ki o da iki göğsü kanser yüzünden alınan kadının, ona özel müşterilerinin olması…
Evet, erkek doğası gereği cinsel dürtülerinin peşinden gidebilir… Ondan öncekilerinin ayak izlerini takip edebilir… Ancak erkek aynı zamanda erkekliğinden çok öte diyarlarda bir insandır da…  Ve erkek; erkek kimliğini bir kenarda bırakıp insanlığıyla, kimliksiz, cinsiyetsiz, yargısız yaklaştığı sürece böyle yaralarımızın da ciddi bir iyileşme göstereceği görüşündeyim. Çünkü her erkek anne karnında potansiyel bir kadındır…
Böyle marjinal bir sanatçıya haksızlık etmemek ve yazımda onun aykırılığını yakalamak adına kronolojik sıralamayı boş verip dimağıma yer eden gösterileriyle devam ediyorum. Delilik… Üç Kişilik Evlilik, Transistanbul, Leyla ile Mecnun, Kıyamet, Terni, Karanlık Aile…(Arada atladığım sayamadığım, unuttuğum varsa af ola).
Derken Suçlu Vajina çıkıyor ortaya ama 117 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu hem de TCK’nın müstehcen neşriyatla ilgili yaptırımları sebebiyle bu proje yayınlanamıyor. Sanatçının kendi deyimiyle “her şeyin suçlusu”, alabildiğine açıyorum kadını ve etrafındaki kanla ise kızlık zarına verilen önemi, regliyle duyulan tiksinti ve tecavüzü” eleştiriyorum diyor.
Şükran Moral kimliğini, geçmiş yaşantılarıyla bütünleştirip onu farklı bakış açılarıyla günümüz Türkiye’sini bırakın, dünyasına anlatmaya çalışmış,  anlatmış, anlatıyor… Daha uzun yıllar anlatacak olan da düşsel gerçekliği barındırıyor…
Son gösterisi “Amemus(Sevişme) adlı performansını Casa Dell Arte’de gerçekleştirdi. Ses getirdi mi? Bence getirdi…
Kimilerine göre lezbiyen sevişme…
Kimilerine göre iğrenç ötesi…
Kimileri cesurca buldu…
Kimileriyse gösterinin üstüne sigara içme gereği duydu…
Ama bilinmeyen bir şey vardı? O da Şükran Morali anlayamamak… Azıcık tanısak, diyebilirdik ki bu kadın yapar abicim… Hem de sağlam yapar… Pornoyla erotizmin arasındaki o ince çizgiyi sanatla bütünleştirip öyle bir performans sergiler ki Türkiye’deki tabuları yıkmaya yeltenir… Hem ona yakışır… gibi söylemleri yapabilirdik. Çünkü onun sergilediği son performans pornografiden önce, çağdaş sanatın ötesinde bir yerlerde konuşlanıyordu.  
Şükran Moral bunun gibi farklı tarzlarda aile içi şiddet, cinsiyet ayrımcılığı, kadının toplumdaki yeri ve önemine vurgulayarak, biz sanatın daha ne için olduğunu bulamayanlara, sanatın ne için olduğunu kanıtlarcasına yapıyordu. Gösteriye katılan sınırlı sayıdaki izleyiciyi röntgencilik deneyimi yaşatmak adına, bilinen ancak bugünlere kadar saklanan sınırların da ötesine sızma, sızdırma… İçsel eşcinsel erotizmin yükseklerinde gezdirip sonra gerçekliğin ortasına bırakıyordu… Seyircinin tüm mahrem düşlerine dokunarak kimisini heyecanlandırdı, kimisinin de salonu terk etmesine sebep oldu. Sonuçta ne tür bir duyguyla izlenmiş olursa olsun (kepazelikle, tiksintiyle, vb. duygularla) olaya sadece cinsel dürtülerle bakmanın ve öyle düşünmenin sanattan değil yatak odasından geçeceği düşünülmez mi ki… Neden bizde toplum olarak empati gelişemiyor sorusunun da cevabıdır aynı zamanda bu. 
Sonuçta birçok aykırı sanatçımızın olduğu gibi (söylenemeyenleri, yapılanamayanları yıllar öncesinden söylemiş ve yapmış) Şükran Moral’i de onlardan biri olarak görmek ve bağrımıza basmak bizden ne götürür. Kaldı ki sanatçı adı, sanı, yaşı, cinsel kimliği olmaksızın sanatının doğurganlığıyla beslenir. O yüzden;
Ayıptır…
Şükran Moral’ i Amemus performansından ötürü tehditler yağdırarak ülkesine küstürtmek… Onu sanatından ötelere itip yaptıklarını aşağılarcasına manşetler yağdırmak.
Onun değil asıl sizin yaptığınız çok çok AYIP!




Akın Dursun


Kaynaklar:
http://www.main-board.eu/kultur-ve-sanat-etkinlikleri/205220-sukran-moral-ask-ve-siddet.html
http://www.turkiyemax.com/Dunya/1888/HAMAM-SEFASI-haberi.html
http://www.internethaber.com/yuzlerce-kisinin-onunde-seks-rezaleti-312590h.htm
http://www.internethaber.com/herkesin-onunde-sevismeyi-boyle-savundu-312788h.htm
http://www.fotografya.gen.tr/cnd/index.php?id=525,0,0,1,0,0
ve daha yazamadığım birçok yerler…

KALİFORNİYALI BAKTERİNİN UZAYLI ENDAMI

Bütün gözler Türkiye saatiyle 21.00’e kitlenmiş NASA’dan gelecek açıklamayı bekliyordu. Beklerken de çocukluğumuza gidip gidip geliyorduk.  O yıllardaki uzay filmleri düştü aklımıza, bir de şimdikiler… Nerden nereye geldik dedik içli içli…
Kesin bu sefer NASA, uzaylılar var…
Ufolar gerçekten de dünyamıza turistik gezintiler düzenliyor…
Dünyamız haricinde başka gezegenlerde yaşayan varlıklar var diyecekler, diye kendimizi iyiden iyiye hazırlamıştık.
Heyecanlıydık…
Umutluyduk…
Ki
Kaliforniya’da bir gölde farklı bir bakteri türü bulunduğu açıklaması geldi.
Gemimiz su alıp battı.
Dünya medyasının da elinde bomba patlamış oldu. Çünkü bizi öyle bir hazırlamışlardı ki sanki birazdan bir uzay gemisi evimizin salona inip bizi selamlayacakmışçasına…
Bu olayı abartan medyaları sonradan gördüm ki bu açıklamaya yer vermemişler. Kesin önemsiz gördüklerinden...
Ne yani bakteri… Ne var şimdi bunda dermişçesine…
Ne?
Sizde mi yoksa öyle düşünenlerdensiniz? Yoksa beklentiler karşılanmadığı için umutsuzluğa kapılanlardan mı?
Tüh gördün mü bak… Koca kâinatta bir uzaylı bulamadılar gene diyenlerden mi?
Sizi bilmem ama bulunan bu tür için, bugüne kadar bilinen düzeni bozmuş diyorlar. Yani anarşik… Yaşam için fosfor yerine arseniği kullanan bir bakteri…
Gözle görülmese de…
Hayalimizdekileri süslemese de…
Bize yıllardır dayatılan uzaylı profiliyle yakından uzaktan ilgisi olmasa da…
O bulunan tür farklı bir yaşam formuna sahipti ve eğer biz onun gözünde uzaylıysak o bir insandı… Yani ileri demokrasiyle yönetilip, GSMH uzaylı başına bilmem kaç uzaylı doları olmuş ama meteliği lazerle delen aynı biz, bize benzeyen birilerinin bulunacağını umuyorduk ki bak-teri çıkageldi… 
Ona göre bu yaşam koşullarında biz uzaylı… Bize göreyse o, zehrin içinde sürgüne gönderilmiş bakteri…
Hem de dünya basını için ufak, NASA için büyük bir yaşam…  Çünkü bu güne kadar hep uzaylılar fosforun içinde arandı. Artık herhangi bir elementle çevrili başka diyarlar sorgulanabilecek.
Yaa! Hemen öyle umutsuzluğa kapılmamak lazım…
Hem Darwin’in evrim teorisini hatırlayalım…
Belki de o bulunan tür, ilkel bir uzaylıdır.
Çeşitli çağlardan geçecek… Darbe, İhtilal, Ekonomik Kriz, Referandum, Ergenekon, Silivri, Wikileaks…
Sonra büyür, kültür etkileşimleri, küreselleşme derken fosforla arsenik ortak bir yaşam formunda kavuşur…
Kim bilir belki de evlenip üç çocuk bile yapabilirler…
Eee olamaz mı? Bence olur…
Hep uzaylıları bizden üstünmüş gibi görmekten, onların da açlık ve yoksulluk sınırları altında maaşla üç çocuk yapabileceklerini…
En pahalı benzini kullanabileceklerini… ve daha bunlara benzer durumları yaşayabileceklerini nasıl görmezden gelebiliyoruz.
Yoksa biz uzay çağında onlar dünya mı yaşıyorlar?


Akın Dursun
02.12.2010

Ayrılık Terbiyecisi

bağlayıp gözlerini bir küfür ağırlığına
bırakıp gittin,  “Kaplumbağa Terbiyecisi’ne” mum alevlerini.
baktıkça bakıyor, bakıyor…
yanıyordum…
yangın büyüyor,
ben bakıyor…
elindeki değneğiyle, Osman Hamdi
bakışlarımızı terbiye ediyordu.

Osman Hamdi-Kaplumbağa Terbiyecisi




bağlayıp ayak seslerini yalnızlığın gölgesine
uzaklaştın ağır ağır, yalınayak.
yalın bir terk ediş değildi oysa
herkese açık,
özleyen…
seven…
aldatan…
her şeyi anlatan, ayak seslerini bırakmıştın
müze camekânlarının ardına.







bağlayınca yüreğimi bir gözyaşı ıslaklığına,
boğulup gittin.
geride ne yangın kaldı
ne de ihtişamlı ışıkların altında devleşen ayak seslerin.
hepsi ama hepsi tuval üzerinde,
bir çırpıda kabuğuna çekilmiş

mum kokulu sessizlik içinde.



2007 İzmir


Ayrılık Anı



dur!
basma oraya
az önce kırıldı
yüreğim,
batmasın
‘sev’ ler ayağına

20.07.2002 / 15:25 İzmir

Çok Az Kalırım


az kalır
senden sonra
hangi kelime gezinse tenimde

duyular; girer birbirine
kalbim sağır…
kulağım kör…
uçmaya yeltenir aklım
bıraktığın acılardan
kanat yapma sanatını öğrenince
kurumuş dudaklarım

gitme!
senden sonra çok,
çok az kalırım


Kasım 2010



AŞK, KENDİNİ İKİNCİ YARIYA HAZIRLAR

Aşkın İkinci Yarısı; izleyiciye çok şeyler bırakan o yılların izlerinin hala sürmekte olduğunu ve unutulmadığını bir kez  daha hatırlatan bir film.
Küçük bir salonda, küçük bir gurupla izledim filmi bugün. Tabi ki haddime değil bir sinema eleştirmeni gibi oyunculukları, ışığı, sesi, kurguyu vs. eleştirmek.  Benim haddime düşen sadece filmden bana kalanları dilim döndüğünce paylaşmak.
Film adından da anlaşılacağı gibi bir aşk hikâyesini anlatıyor. Ama burada aşkı önemli kılan, ayrıcalığını yaşatan adamın o yıllarda hayata dik duruşundan ileri geliyor ki bu da diğer tüm bireysel yaşantısını etkiliyor.
O’na yıllar geçmesine rağmen tutkuyla bağlı kadın, o adamın kayıp olmuşluğunun  ortasına kırmızı bir karanfil niteliğinde kızını getirir. Kendisinin ABD’ye gidip yeni bir düzen kuracağını ve bu süre içerisinde de kızına bakmasını ister. Tabi bu arada küçük kız babasının o adam  olduğundan bihaberidir. Adam o yitip gitmenin eşiğinden yavaş yavaş döner. Önce içki şişeleri gider. Sonra o yılların adama bıraktığı, mahpus hastalığının tedavisine başlar. Derken kızının gitme zamanı gelir. Güzel duygu  yüklü bir vedayla kızını annesinin yanına gönderir. Ama bir türlü o kadar istemesine rağmen kızına babası olduğunu söyleyemez.
Kız gider…
Adam ağlar…
Anne büyük bir aşkla kızına sarılır…
Sonrasında adamın ölüm haberi gelir, anne sevdiği adamdan kalan yadigâra sıkıca sarılır.
Evet, konu bilindik. O yılların yaşantısı fazla gösterilmeden, yalnız çok iyi derece hissettirilerek kurgulanmış. Gereksiz diyaloglardan kaçınılmış. Yalın, güzel, gösterişten uzak, onurlu ve koşulsuz bir aşkın öyküsü, aşkın ikinci yarısı…
Bende hep açık bir yara gibidir, daha bir hassas olurum, daha bir gözü yaşlı. O yılların acılarını kendi acım gibi hissedişimden midir bilinmez ama daha bir ağır yaralıyımdır “Büyük Adam Küçük Aşk, Gönül Yarası, Babam ve Oğlum” daha bunlar gibi yazmakla bitmeyecek filmleri izlediğimde. Yazım bir şiirle son bulsun ve bu şiirde Aşkın İkinci Yarısına düştüğüm bir  dipnot olsun, yiten tüm babalara…      

 İKİNCİ YARIDA AŞK

bir halkı kurtarmak için miydi?
darağacına bir adım kala hayata dönüp
sevdiğini yanında bulamamak…
sonrasında
kendini kaybetmek…

yaşayanlar bilir
o yılların izleri
bugünün büyüklerine aile mirasıdır
ama nedense kaybeden
her kavgada…
her savaşta olduğu gibi
hep çocuktur

aşk, kendini ikinci yarıya hazırlar
çocuk babasının yitişine…
çok uzaklardaki sevgiliyse
hâlâ sarılır düşlerine
ve bir renk daha eklenir
hüzünle gülümseyen gök\kuşağının tenine

Akın Dursun

SAVARONA’NIN SUÇU NE?

“Bir çocuğun oyuncağını beklediği gibi bekledim “ dedi ömrünün son aylarında Savarona için Atatürk. Bekledi… bekledi… yorgun ve kırgın bedenini güverteden süzerek kendini gerçekleşen hayalinin ortasına bıraktı.
Her gün bir haber çıktı hakkında. Önce fuhuş operasyonu, sonra Savarona’ya ilk çıkan astsubayın söyledikleri düştü gazete sayfalarına. Ne mi diyordu “herkes çırılçıplaktı… her yerde kullanılmış, açılmamış prezervatifler vardı… her yeri aradık… vs. gibi şeyler”  haberi okuduktan sonra kısa bir süre düşündüm. Acaba bunu böyle bu şekilde söylemenin, yazmanın… amacı ne olabilir diye,
a)     Düzenlenen baskın, fuhuş baskını değildi.
b)     Ruslar soyunmadan sevişirdi.
c)      Gemiye ilk çıkan astsubay daha önce hiç sevişmemişti
d)      Parayı veren düdüğü çalar
e)     İlhan Cihaner ve Hanefi Avcı’dan sonra Savarona’da itibarsızlaştırma kervanına katılmıştı.
Daha frenlemesem kendimi herhalde z’ye kadar gidecek şıklar.
Katıldığı bir programda işletmeciliğini yapan şahıs daha önce birçok dilekçe ile gerekli mercilere Savarona için başvuruda bulunduğunu söyledi ancak herhangi bir cevap alamadığını da dile getirdi(Buradan sakın ha sakın istediği gibi kullanır, kullandırtır gibi bir anlam çıkarılmasın, yani d şıkkı). Ve şuna kesin kez bir kere daha inandım ki z’ye kadar gidecek şıkların herhangi birisi Medyanın Gücü olacaktı. Yani bunun bu şekilde olması için askerin baskın yapıp sonra gündeme demir atması şeklinde mi olmalıydı?
Eee şimdi ne oldu? Kültür Bakanlığı müze olmasını istedi, Maliye Bakanlığı sözleşmenin feshedilmesi yönüne gitti. CHP Bodrum Örgütü de atağa geçerek  bedeli karşılığında alıp müze yapılacağını söyledi. Bize kalansa;                                                        geçmişine tecavüz edilmiş, geleceğinde ise o tecavüzün izlerini taşıyıp tenine değecek her elde ürküp titreyecek  çocuksu bir hayalin, yorgun bedeniyle demirlemiş Savarona’sı kaldı.


A.DURSUN

Ayrılık



o kadar uzağız ki...
ne kısa çizgi birleştirir
ne de eğik çizgi, senle beni
tükettik virgülleri acımadan,
nokta koymanın zamanı şimdi.

Ayın Sol Yanındaki Resmin


dağların ardındaki o resmin
duruyor hâlâ ayın sol yanında
tutamam gözlerimi tutamam
bakışlarım bir eşkıya gibi
ben kaçsam da durmadan keserler
ayın önünü

Aydın(-lık)


görmemiş herhalde hiç
sokak lambaları
kendini
aydın-lık
sanan.

Aşkın Delisi


bana deli diyorlar
doğru,
deliyim...
ama bu hayatın değil.

Anestezi


anlık bir
es verince hayata
tez olarak geçti
tıp kitaplarına



Ada Yalnızlığı



keşfedilmeyi bekleyen
bir ada yalnızlığı yaşıyorum
varsın kimseler sormasın
ben sensizliği su diye içiyorum

Açma Islan



yazmıştım tek tek
yağmur damlalarına
sevgimi

Acı + Açı



bir sensizlik var ki bende
binlerce köşeleri var
ve bu köşelerin acıları
hesaplanamayacak kadar
açılı.

A.Dursun

Popüler Yayınlar

Yasal Uyarı

Yayınlanan yazılar ve şiirler özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazı ve şiirler aktif link verilerek kullanılabilir.