İlk iki kıta iyiydi…
Kavga dövüş çıksa da sonuçta eşleşebiliyorlardı kendi aralarında… Dans edebiliyor, sinemaya gidebiliyor çok uyumlu çift olabiliyorlardı. Hatta biri yemek yaparken öbürü bulaşıkları yıkayabiliyordu…
Üç… Üç…
Ne yapabilirdi tek kalan dize…
Deseniz ki tek kalanlar da kendi aralarında eşleşebilir. Ona da geçit vermiyordu kıtalararası saat farkı…
Deseniz ki dönüşümlü eşleşsinler, o zaman da sürekli eksik olmuyordu kavga…
Yani anlayacağınız daima yalnızdı son iki kıtadan birer dize…
İşte biz de o sonenin ilk iki kıtasından birlikte aktık... Dans ettik, sinemaya gittik, acılara beraber göğüs gerdik. Hatta sen yemek yaparken az kızmadın, sofrayı hazırlamaya yardım etmediğim zamanlar. Sonra hayat bizi o noktadan ansızın çekince, bulduk kendimizi sonenin yalnız kalan son iki kıtasındaki dizelerde… İnanmadık şaştık kaldık… Tutunmaya çalıştık birbirimize lakin yine engeldi kıtalararası saat farkı…
Ve başladı yaşam yeni baştan… Saat farkını silmeye çalışsak da silinmiyordu yalnızlık… Her sabah yanağımda hissediyordum dudak ıslaklığını ama akşamları sol elim gidince anahtarı çıkarmak için cebime işte orada film kopuyordu. En usta makinisti getir, bana mısın demiyor sahne geçmek bilmiyordu. Belki toplasanız takılı kalan o sahne on-on beş saniyedir ama bıraktığı iz… O iz… Zamanla kıyaslanamıyordu... Zaman ona işlemiyor, zamansız gelip gelip gidiyordu…
Uzun yıllar unutunca insan kapının anahtarla nasıl açılacağını zorlanıyordu elbet... Hatta zaman zaman dalıyor, kapının zili çalınarak açılması bekleniyordu. Bekleme de sürürken kendi kendine söylentiler alıp başını gidiyordu.
- Niye açılmıyor.
- Hiç böyle uzun sürmezdi.
- Niye böyle gecikti.
- Ni…ye derken, paraşütün ipini kesip hızlıca düşüşe geçen jeton sayesinde anahtar arama telaşı başlıyordu. Tabi bu arada yalnızlıkta devleşip ufak ufak, saniye saniye tadını çıkara çıkara yemeye başlıyordu insanı…
Alışır mı insan… Alışır mı yürek… Alışır mı bu can…
Alışır mı? Diye diye sorgular sürerken, merdiven basamakları yalnızlığın ritmine uygun bir şekilde piyano tuşlarında gezinen parmak edasıyla çıkılıyordu. Her şey durmuş o ünlü yalnızlık senfonileri çalmaya başlıyordu ki bir zamanlar allegroların çaldığı o yollarda…
Nelere alışmıyordu ki insan… Alışırdı elbet o anahtarın soğukluğuna da… Evet, yalnızlığın sesi uzaktan kalabalık gelebilirdi… Lakin her yalnız kendini ısıtmasını en azından kendinin sokak lambası olmasını becerebilirdi.
Çünkü yalnızlık babadan oğula geçmese de bazen kalabalıktan…
Bazen çok uzaklardan…
Bazen çok yakınından…
Sık sık anahtar soğukluğundan…
Tanıdık bilindik bir şiirden…
İlk defa dinlenen şarkıdan ve sevgilinin parmaklarından akıp da gelebilirdi…
Ne diyordu o ünlü 66.sone;
“Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.”
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.”
Yani gidenin de gelenin de payına bir yalnızlık düşüyordu. Aşkın sona ermediği, yalnızlığın son/e ile buluştuğu tek yerdi parmak uçlarından ilerleyen o anahtar soğukluğu…