Her aşk kendi potkalını hazırlar…
Aylardan eylüldü. Daha yenice soyunmaya başlamıştı ağaçlar. Hiç hesapta kitapta olmayan bir yerden çıkagelmişti ayrılık. Sudan çıkmış balık gibiydik… Durmadan birbirimizde ıslanıyor sonra kurulanıyorduk…
“ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
bu şehir o eski İstanbul mudur
karanlıkta bulutlar parçalanıyor
sokak lambaları birden yanıyor
kaldırımlarda yağmur kokusu
ben sana mecburum sen yoksun”
bu şehir o eski İstanbul mudur
karanlıkta bulutlar parçalanıyor
sokak lambaları birden yanıyor
kaldırımlarda yağmur kokusu
ben sana mecburum sen yoksun”
üniversiteli âşıklar gibi sarmaş dolaş bağıra çağıra yürüyorduk. Sadece İstanbul şehrinin yerine sen başka ben başka şehirler koyarak koşturuyorduk… Soluğumuz uzanırken kaldırımlara, ıslanıyordu dudaklarımız…
Biliyorduk elbet bir şiirden geçmenin zorluğunu. O yüzden kaldırımlarından değil tam ortasından yürüyorduk caddelerin… Hani diyorduk madem düştük biz bu yangının orta yerine yanacaksak da dik yanalım… Zayıf ve cılız bir ateşle yanacağımıza güçlü ve gür olsun. Belki bir gün meydanlara dikilir o aşk ateşimiz…
Madem birbirimize “sen yoksun” diyorduk, yan yanayken o zaman baraj kapakları gibi açılalım da yetmesin göz kapaklarımız durdurmaya o suları…
Maden diyorduk aylardan ayrılık, parçalanan yüreğimizden akan şiirlerde boğulalım, tepeden tırnağa şiir olup yine şiirlere dökülelim…
Madem diyorduk, düşünme… Düşünme diye teselliler vererek başka bir şiirin dünyasına uydu oluyorduk ya;
“Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey...”
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey...”
Diyorduk fakat bizdeki şarkılar da sesler de hiç bu şiirin ruhuna yakışacak cinsten değildi. Şiir mavi biz gece… Şiir en güzel tınılarını takmış takıştırmış, bizse ufacık bir kâğıda koca koca puntolarla “ayrılık” yazıp bırakıyorduk kırmızı gecelerden geçen şişelerin içine… Tabi nerden bilelim bir gün o şişelerin lazım olacağını…
En kalabalık şehirlerde bile yaşasak yan yana olmayınca ıssız adada yaşamaktan farkı yoktu bizim için… Belki de sırf o yüzden başka bir şiire çeviriyorduk rotamızı…
“keşfedilmeyi bekleyen
bir ada yalnızlığı yaşıyorum
varsın kimseler sormasın
ben sensizliği su diye içiyorum
kimseler bilmesin, var/sın
sensizliği, onlardan bile sakınıyorum “
bir ada yalnızlığı yaşıyorum
varsın kimseler sormasın
ben sensizliği su diye içiyorum
kimseler bilmesin, var/sın
sensizliği, onlardan bile sakınıyorum “
Sakınıp saklıyorduk elbet içimizde rotasız yüzen şiirlerin nereye çıkacağını… O potkalı ne zaman, nasıl bırakacağımızı… Sen susuyor, ben konuşuyor… Sen konuşuyor, ben yutkunuyordum… Bir ara sıkıp yumruğumu ses tellerimi parçalarcasına geçmek geldi bir şiirin sokaklarından;
“Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adreslerdeydik, kimliksizdik belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar”
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adreslerdeydik, kimliksizdik belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar”
Ve nitekim geçtik de o yıkıntıların, terk edilmişliğin, ıssızlığın kol gezdiği sokaklardan… Zulamızdaydı potkal… Kimse bulmasa da olurdu. Sen bana, ben sana mektup gibi bir posta güvercinin ayağına iliştirilmiş not gibi ya da Kızılderililerin dumanla haberleştiği gibi sadece birbirimiz arasında yüzüp gelse yeterliydi o ayrılığa yazılmış aşk tümceleri...
Yüzyıllar oldu yüzünü görmeyeli, dokunup okşarken kelimelerini ne çok istedim bu yaşantının bir rüya olmasını… Uyanınca yanımda bitivermeni, yanağıma konan ıslaklığın sabahın serinliğiyle buluşmasını… Ne kadar çok isterdim, bilirim sen de isterdin bütün bunların sabah uyandığımızda hatırlamakta zorlanacağımız bir rüyadan ibaret olmasını ve birlikte çıkıp o malum şiirin en yüksek yerinden hayata haykırmayı…
“Rüya, bütün çektiğimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram...
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
Çatladı yüreği çakmaktaşının,
…
Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?”
Ve susuyor ayrılık…
Sen suskun…
Ben suskun…
Kelimeler suskun…
Elimizde kırmızı gecelerden geçen şişelerden dökülen, dudaklarımız…