Nasıl
almıştı beni ayrılık…
Uzun
zaman evvel ilk defa tatmadığım duygularla yüzüyordum maviliklerde… Martılar
dahi konmazken tenime, sen güneşlenmiştin güvertemde… Kâğıttan gemi
olabilirdim… Yüzemeyebilir, batabilir hatta ve hatta seni de bu batığa
gömebilirdim… Ama sen aldırış etmeden hiçbir şeye bıraktın tenini gövdeme… Ben
o an her ne kadar kendimi kâğıttan sansam da çeliktendim çelikten…
Sen
geldin ya…
Sen
sevdin ya…
Seni
seviyorum dedin ya…
Ne
günlerimiz oldu. Ne fırtınalarla başa çıktık. Elbet bizim de oldu ufak tefek
yaralarımız ama sarmasını başarabiliyorduk.
Kulaktan
kulağa yıllara yayılan denizci hikâyelerine benzemeyi ne çok isterdik. Her
dokunduğumuzda birbirimize yeni yeni duyguları, keşfedilmemiş adalar gibi
keşfederdik. Saatlerce belki de günlerce birbirimizde gezinirdik. Zamanın izi
silinir biz kendimizden geçerdik. Dalgaların kendimize getirdiği çok oldu bizi…
Ne
güzel geçiyordu günler…
Ne
güzel geçiyordu yıllar… Saymadık oysa biz hiç… Yaşımız belli olmasın diye belki
de… Belki de o duygular yaşlanmasın diye… Ne sen bana ne de ben sana bu güne
kadar hiç sormamıştım doğrusu. Sahi biz ne zaman tanışmıştık. Zaman bizi
kendiliğinden ne güzel de getirmişti bir noktaya… Alabildiğine mavi, bolca gökkuşağı,
yer yer rengârenk…
Hayat
çok cömert davranıyordu bize… Biz de hakkını veriyorduk doğrusu. Bir gün hiç
unutmam yine bilmediğimiz bir yerleri keşfe çıkmıştık… Ortalık süt liman,
dingin… Deniz hiç bu kadar sakin bense bu kadar dalgalı olmamıştım. Bu ilkti…
Sen arkanı dönmüş gidiyor bense demir atmıştım. Dur dememi bekler gibiydin
giderken. Dur, dedim.
Sen
durdun, ardından zaman…
Sen
durdun, ardından gövdemden süzülen yaşlar durdu.
Sen
durdun, demir alıp sana koştum ve az daha boğuluyorduk birbirimizin
mutluluğunda…
Sonra
günlerden bir gün…
Zamanlardan
en acısından bir zaman, sana tutunup bağlandığım limandan kopardım kendimi… Su
aldım ağlayınca içime içime… Kâğıttan gemi, ne kadar süre çelik sanabilirse
kendini ben de o kadar sanmıştım… Elbet vardı kendime göre bu ayrılığı
yaratmamın sebepleri… Hepsini anlatamadığım, konuşma özürlü olduğum için
saklamıştım amforalarda…
Artık
batıyordum sevgili, gittikçe…
Sana
son anda bıraktım can simidini… Sen gövdemi yırtarcasına tutunmaya çalışsan da
götüremezdim yanımda, tek kişilik yolculuktu bu sefer benimkisi…
Ve
ayrılık çektikçe çekiyordu iyice dibe... Gövdemde el izlerin, gidiyordum yosun
kaplanacak bir yolculuğa…
Gidiyorken
ne varsa sana dair dolduruyordum bir taraftan da amforalara…
Gidiyordum,
aklımda kim bilir hangi yüzyılda bulacaklar “bendeki seni” düşüncesiyle…
Gidiyordum,
acaba acımı hafifletir mi saracak yosunlar, sorusuyla…
Gidiyordum,
son nefesimi, son cümlemi, son düşüncemi giderek benden uzaklaşan hava
kabarcıklarına bırakarak…
Ve
dipteyim, battım artık sevgili...
Güzelce
sıraladım amforaları, kırmadan hiç birini hem de… Sana dair ne varsa onların
içine sakladım çünkü…
Güzelce,
gülerek sona doğru bıraktım, gövdemi…
Ne
bileyim, sualtı edebiyatçıları fısıldar kulaktan kulağa yazarlar belki de bu
batışı, bu duruşu ve bu sonu… Bulup ulaşırlarsa sana, birinci ağızdan dinlemek
için bizim hikâyemizi anlatırsın onlara kelimelerin en tuzlu haliyle olur mu
sevgili… Ya da bırak nasıl olsa sualtı edebiyatçısı onlar ıslak ve alabildiğine
mavi kelimelerle yazıp çizerler bizi…
Ne
bileyim, hele bir sarmaya başlasın gövdemi yosunlar, bi’zaman geçsin elbet gülümserim
serinlemek için denize giren yalnızlığa…