Ne
günlerdi ne günler…
Yanına
yanaşmaya cesaret edemezdim. Köşe
başlarında hep gizlice yolunu gözlerdim.
Sen yanımdan geçerken tam konuşacak gibi olurdum, suskunluğa boğulurdum.
Tam elimi uzatacak olurdum dona kalırdım. Sen belki de bunların hepsini
biliyordum da bilmezden geliyordun. Belki de böylesi hoşuna gidiyordu. Çocukluktu bizimkisi, ben diyeyim aşkın ilk
hali sen de emekleme hali…
Bütün
duygularımız, duyularımız girerdi birbirine…
Sadece hayal hem de safi pembe bir hayalin peşinden giderdik… Hayatın
bütün koyu renklerine inat biz gerçekten renkten renge girerdik bakışlarımız,
ellerimiz, yüreğimiz değince birbirine...
Ne
günlerdi ne günler…
Daha
yenice konuşmaya başlayan çocuklar gibiydik, bir kelime karşılığında bin ter
dökerdik… Utangaç, bir o kadar da
düşünceli yaklaşırdık… Söylenecek her sözü tartar biçer öyle söylerdik… Hiç unutmam elim bile nasıl ürkekçe yanaşırdı
eline… Bir tepki bekler, bir hareket görse apansız uzaklaşırdı. Yüzde hafif bir
tebessüm belirmişse ve hafiften senin elinde yanaşmaya yeltenmişse işte o an
dünyanın en cesur erkeği oluverirdim… Kan ter içinde kalan ben sıkıca kavrardım
o eli hem de hiç bırakmamacasına… Avuçlarım terler, sırılsıklam olur yine de
bırakmaya yeltenmezdim. Sonra nice haftaların sonunda gökkuşağı oluverirdi
kolum, dolanınca beline… Ya bize zor
gelirdi ya da aşk bizi çekingen bir maviye boyadığı içindi, dokunmak için,
sarılmak için onca zamanın geçmesi…
Ne
günlerdi… Ne günler…
İyileşiyor
muyum bilmiyorum. Gündüzleri
başka, akşamları bambaşka oluyorum… Senin geçeceğin saati bekleyen adam başka, yüz
yüze gelince bakışları kaçıran adam başka, ayrılığın ayak izleri altında
fosilleşen adam bambaşka…
Çok
başka biri oluyorum. Acaba tekrar denesek mi diye aklımdan geçirince… Bilmiyorum
belki senin de aklının zulasındayımdır. Sen de benim gibi apansız düşünüverince
bambaşka olabiliyorsundur…
Ahhh,
ahh bu düşünceler yok mu, düştükçe insanın başına elma gibi hatta yağdıkça ne
yapacağı bilinemiyor…
Evet!
Şimdi –Dili geçmiş zaman kullanıyor olabilirim… Bunu kullanmamın nedeni yaşandı
ve fiziken de bitti diye olabilir ama ya o duygular hâlâ bir yerlerde nefes
alıp veriyor… Hadi desen, yeniden deneyelim inan takatim yok… Hadi desem,
bilirim halin yok… Yaşanır mı? Bir türlü
–di’li geçmiş zamanı getiremiyorum şimdi ya da gelecek zamana… Tutulmuş di’li
çözülmüyor… Sadece nefer alıyor, veriyor. Bit’kisel… Ve sol yanım hep biraz
daha acıyarak anlıyorum.
Koca
bir ayrılık…
Koca
bir boşluk…
Ezer
bizi yeni, yeniden o koskoca yalnızlık…
Sar
başa sara bilirsen… Zor, adımız gibi biliyoruz. Olmaz hiçbir şey eskisi gibi… Olmaz
biliyoruz... Eee daha ne diye kat kat giyinmiş anıları soymaya çalışıyoruz…
Seni
bilmiyorum ama ben şuan yokluğundan, ilk kez kabuğunu soymadan bir ısırık
alıyorum. Bir kez daha hiç olmadığından daha da farklı bir acıyla sarsılıyorum.
Biraz,
biraz daha soyulmaya başlayınca yaram, daha bir çırılçıplak kalıyor tenim…
Sonra
ardından soyuluyor yalnızlık, ortada çırılçıplak bir biz düştükçe düşüyor
elmalar, Newton gibi yer çekimini bulamadık belki ama soymadan yediğimiz her
elmada düş çekimi sarsıyordu bizi…
Tam
kendime geliyorum derken daha çok acıyordu yaram… Olsun, artık eskisi gibi
aldırmıyorum… Zaman denen o paraşütün ipini çekince başka bir yaşam dilimine
sürükleniyorum. Kabuğunu soymadan bir ısırık, bir ısırık daha alıyorum,
yokluğundan… Derken bir bakıyorum hepsi geçmiş…
Ve
son nefesini veriyor. Hıçkırıklı dalgalar arasında kabuğunu soymadan ısırdığım
o yokluğundan doğan düş çekimi de…