Yalnızlık;
tırnaklarını geçirince tenime o ana kadar ıssız olduğumu
sanmıştım.
Yanıldım.
Alaycı
bir acı
oturuyormuş
meğer
hemen yanı başımda.
Şaştım
önce
yalpaladım.
Gözlerime inanamadım. Epeydir yaprak
kımıldamayan tenimde, yalnızlığı
takmış
koluna salına salına geziniyordu acı... Tüylerim diken diken-di ama onlar
akıyordu resmen… Üstelik öyle alelade bir ten de değildi
gezindikleri. Ayrılığın
uzun topuklarından
akan veda cümleleriyle
yüzmeyi
öğrenen
bir ten… Yangında
ilk kurtarılacakken
ilk yakılacak
olan bir yüreği
içinde
barındıran
yani öyle alelade değil,
geçmez yaraların sığınağı olan bir tendi sarmaş dolaş gezindikleri…
Hani
diyordu ya usta;
“Çekilmez bir adam oldum yine
Uykusuz, aksi, lanet
Bir bakıyorsun ki ana avrat söver gibi
Azgın bir hayvan döver gibi”* dövünüyordu binlerce şiir durmadan kendini örseleyen hırpalayan tenimde… Her biri başka bir renk, başka bir acı, bambaşka bir yalnızlıkla akın ediyordu güneşe akın eder gibi…
“Çekilmez bir adam oldum yine
Uykusuz, aksi, lanet
Bir bakıyorsun ki ana avrat söver gibi
Azgın bir hayvan döver gibi”* dövünüyordu binlerce şiir durmadan kendini örseleyen hırpalayan tenimde… Her biri başka bir renk, başka bir acı, bambaşka bir yalnızlıkla akın ediyordu güneşe akın eder gibi…
Yalnızlık
nereye gitsem, kimi sevsem yine buluyordu eliyle koymuş gibi… Tamam diyordum bu
sefer yendim onu artık doğrulamaz
ama her seferinde der demez yine dönüyordum hep başa… Ayrılık pusuda bekleyen
yırtıcı bir hayvan gibi en umarsız, en mutlu, en deli, en işlek,
en nazlı, en cilveli zamanlarda yakalıyordu… O yakaladığı
duruma göre
de bıraktığı
acı,
heybesinden düşürdüğü
yalnızlık
her zaman bir öncekinden
çok
farklı
oluyordu. Yahut ben öyle
anlıyordum
ya da öyle
anlamak, öyle
tatmak istiyordum. Ne bileyim belki bir teselli oluyordu. Bir olmasa da
bir-az-cık oluyordu orası kesin…
Sonra
salgın ılık ılık yayılıyordu tenime… Girmedik keşfedilmedik bir tek hücrem dahi
kalmıyordu.
Ardından göz kapaklarım isimsiz bir halsizliğe bırakırken kendini,
sokaklarımda kırmızıdan çalan, sarının sıcağından biraz soğuk uzaktaki ışığın
yansıdığı bankta liseli aşıklar gibi nasıl da öpüşüyordu o muhteşem yalnızlık
ve acı’sı… İyiden iyiye baraj kapakları gibi kapanıyordu gözkapaklarım… Yükseliyordu
büyük bir hızla içimdeki su seviyesi…
Yalnızlık;
iki ucu pırlantalı değnek
misali kime kaç
karatlık
çıkar
bilinmez, şansınıza
artık…
Hadi
bırakalım ayrılığı,
bir an yokmuş gibi davranalım… Saymayalım, sebebi bellemeyelim
yalnızlığın…
İnsan,
koca koca insan kümeleri içinde de yalnız olabiliyor. Sevgilisinin elini
tutarken de yalnızlığa
gözü
dalabiliyor. Sonra tatlı bir çimdikle gerçeğe dönüveriyor. Buna ne demeli peki…
Bunun adını
ne koymalı,
hangi şiire
hangi kıtaya
bu duyguyu sığdırmalı.
Bazen sorular içlerinde cevapları barındırır ya bazı cevaplar da soruları doğurur
ya işte
bu tam öyle
bir durum…
Yani yalnızlık uzun tırnaklarıyla kimi
kestirirse gözüne, konuyordu onun tenine… Kadın-erkek, genç-yaşlı,
zengin-fakir onun için fark etmiyor
herkesin hayatına göre bir yalnızlığı oluyordu. Yahut yalnızlık onların
hayatına göre kendine çeki düzen veriyordu.
Sonra
yavaş yavaş uyandım… Yeşil bir örtünün içerisinde çırılçıplaktım... İçimdeki su
seviyesi düştükçe bakışlarım netleşiyordu git gide… Ayrılık dediğin, anestezi
uzmanın sırtımı tırnağıyla okşamasıymış.
*
Nazım Hikmet “Çekilmez bir adam “ şiirinden.