Eriyordu
zaman Camembert peyniri gibi…
Gidişin takılmıştı yelkovanın
ayağına akrep tüm gücüyle tutunuyorken zamanın zeminine, uzayıp gidiyordu
aşk, bilinmeze…
Ne
yani gerçekten gidiyor muydun, geliyor muydun?
Olmayacak
mıydın yoksa gerçeklerin üstünde bir yerlerde gezinecek miydin?
Her
şeyden her yerden sür-ülmüş gibiydik… Sanki hayatın içinde değil üstünde yaşar
gibi halimiz vardı. Hiç bir şey bize dokunamıyor, erişemiyor sanıyorduk. Kulağa
çok çılgınca gelecek belki biliyorum ama birbirimizin uzağına düşsek bile bir
tanrısallık kuşatıyordu etrafımızı… Sanki o an tüm yıldızlar çekilmiş, tüm
insanlar gitmiş, dünya durmuş… Sadece ikimiz yükseliyorduk göğün göğsüne… Mevsimler etrafımızda pervane, günler bizim için
divane…
Sadece
ikimiz… İkimizdik eriyip giden zamana boylu boyunca uzanan. Hadi başlayalım her
şeyi sür-meye…
Sür-Real…
Sür-Romantizm… Sür-Aşk… Sür-Sonsuz… Sür…
Nasıl
da sürüyorduk birbirimizin tenini her şeye inat. Hiç nadasa bırakmaya niyetimiz
de yoktu üstelik… Eriyip gidiyormuş zaman, “Belleğin Azmi’nin” orta yerinde
yatıyormuş yüzümüz, kimin umurunda… Karışalım hadi birbirimize… Her nesneye
anlam yükleyelim. Yıllarca sürsün sanat tarihçilerinin çözmesi… Sanatseverlerse
her baktığında farklı bir anlam yüklesinler bize… Çözdükçe karmaşıklaşan tam
buldum derken kayıp giden düşlerin, hem kaptanı hem tayfası olalım… Hadi aradaki mesafeye, saat farkına inat bizi
anlatsın “Eriyen Saatler ”ve kimse
anlamasın niye eridiklerini…
Zaman,
Camembert peyniri…
Saatler,
o kaygan ve kadifemsi gecenin köprüsü oluveriyordu. Bizse içsel yangınımızı
kucaklayıp koşuyorduk. Einstein’in fizik notlarından fırlayan formüller
gibiydik… Karmaşık, sarmal ve sayfalarca ama tek farkımız onlar teorideyken,
kara tahtadayken biz pratikte, tuvaldeydik... Hayatın içindeymiş gibi görünüp
bir o kadar üstünde… Her şey bize koşuyorken bir o kadar sür-ülmüş halde
dolaşıyorduk, birbirimizin çıkmaz sokaklarında… Yeni yeni şeyler keşfediyorduk…
O sesindeki bahar, tenindeki solmaz ateş, bakışlarındaki dudak ıslaklığı her
biri atomlardan ayrılma aşk taneciği…
Nasıl
başladı bu sürreal hikâye bilmiyorum… Bilmek de istemiyorum… Şuan eriyen
zamanın karşısında nasıl böyle çırılçıplak kaldık ve herkesi, her şeyi E
eşittir MC karenin dışında tutabildik… Sadece aşk yetmezdi eminim… Onun üstünde
bir tanrısal olgu vardı elbet. Yoksa biz böyle hızla ilerlerken nasıl her şey
durağan gözüküyordu ya da yıkılırken her şey yerli yerinde durabiliyordu… İşte o
tanımlara ya da tanımsızlıklara kapılıp dökülüyorduk, sür-aşka…
Zaman,
rüyalardan geçip tırnak uçlarına takılan ufacık bir yalan… Bırakalım sür-sün
yaşadıkça biz sürrealliği… Bırakalım keşfetti sansın bir bilim adamı ya da
resmetti sansın ressam, bizi…
Hadi
bırakalım…
Eriyen
Camembert peyniri bahanesi olsun… Uzaklar, saatler hep yalan kalsın… Her
öpüyorum dediğinde sür-sonsuz olan tenlerimiz günahla arınsın…