Hani
acıma-sız derlerdi ya aşk için…
Bugünlerde
ne doğru, çok doğru hatta hayatta doğru düzgün duyduğum dos(t)doğru cümle bu oldu.
Hoş yine de düşünmeden edemiyor insan niye ayrılık uğrayınca acı yüzünü
gösteriyor, “aşk” diye…
Hem
nerden bulur bilmem ki nasıl barındırır, nasıl biriktirir onca acıyı bozulmadan,
sol kullanım tarihi geçmeden. Nasıl bırakır bir zamanlar kendisinin işgal
ettiği yüreğe, acısını…
Acı;
hangi soyu tükenmiş zamanlardan evrimleşerek geldi ki bu kadar ilkel, bu kadar
eski kafalı yapıyor insanı…
Salya
sümük…
Gülünecek
şeylere bile ağlamak için bahaneler ürettiriyor...
Hiç
geçmez miydi? Acının miadı.
Zaman
sadece kortizonlu bir merhem yahut kas gevşetici bir ilaç mıydı? Sürünce,
içince iyi sonra ten özümseyince sanırsın yanaklar yağmur yüklü bulut… Bu nasıl
yağmak nasıl yağmak... Sular seller altında dizlerim, görünmez oluyor. Sonra
gene çokça merhem, çokça ilaç, çokça
kâğıt mendil… Eee zaten bir ayrılığa kâğıt mendilden başka ne iyi gelirdi. Aşk
sonrası ruh halini kâğıt mendilden başka en güzel ne anlatabilirdi. Böylesi
zamanlarda başını dayadığın bir omuz oluverir. Yahut içini bolca dökebildiğin
sadık bir dinleyici... En iyi en uslu dostun kâğıt mendildir ki sırılsıklam
olmasına rağmen avuçlarında sıkı sıkıya tutarsın… Kıyamazsın atmaya.
Sonra
birçok kez üzerimizde prova yapan zaman denen o tutmaya çalıştıkça elimizden
kayan ipeksi kırmızı kumaş nasıl da olur üstümüze. Ama ayrılık ve acısı hemen
vazgeçemez bizden ne kadar imkânı varsa seferber eder. Bir an yakalasa
çırılçıplak hemen konuverir tenimize…
Sahi
siz hiç banyoda çırılçıplak yakalandınız mı, ayrılık ve acısına… Saçınızı
yıkarken hıçkıra hıçkıra ağladınız mı? Bir kere hemen söyleyeyim önce çok
utanıyorsunuz sonra suyla mı gözyaşıyla mı durulandığınızı anlamıyorsunuz.
Çıkmak istiyor çıkamıyor, susmak istiyor susamıyor, batmak istiyor batamıyorsunuz… Ama en güzeli de ne biliyor musunuz? Banyonun akustik ortamında kulağa çok hoş
gelen acılarınız oluyor.
Acılarınız…
Acılarımız…
Hıçkıra
hıçkıra… Suya gözyaşlarınızla ne şiirler indiriyorsunuz… Ne şiirler… Hepsinin
güvertesinde el salladıkça sevgilinin silueti daha da tuzlu olup yakıyor
teninizi su niyetine dökündüğünüz gözyaşları…
Ayrılıkla
bu bilmem kaçıncı deniz savaşından sonra ıslak tenin üstüne yine bolca
kortizonlu merhemi yediriyorsunuz, bişeyciğiniz kalmıyor. Bir pamuk
hafifliğinde oluveriyor kafanız, sol yanınız…
Sanmayın
ki iyi geliyor. O kadar merhem sürüp o kadar kas gevşetici içtikten sonra kısa
süreliğine –miş gibi hissediyorsunuz. Ama sonra gene en sadık dostunuz kâğıt mendil
cebinizden çıkıveriyor. Zaman hiç bu kadar sulu olmamıştı. İçkiler bu kadar
ayık… Yalnızlık bu kadar kalabalık… Sessizlik bu kadar gürültülü ve aşk bu
kadar kalbime yabancı, olmamıştı…
Sahi
sizin hiç aşkınız gidince, kalbinizin yerini apartman boşluğu sardı mı? Sürekli
hiç dinmeyen ayak sesleriniz oldu mu? Bir kere öyle bir ustalaşıyorsunuz ki
ayak seslerinden cinsiyet ayırt edebiliyorsunuz. Ayakkabıyı tahmin ediyorsunuz.
Ben hatta ayakkabının markasını bile bilenlere rastladım. Yani F tipinden beter
bir yalnızlığı daha A harfinde ağırlıyorsunuz.
Sonra
niye geçmedi… Daha ne kadar sürecek… Hem geçse geçerdi bunca zaman diye başlıyorsunuz
söylenmeye… Koca bir hayal kırıklığı ayaklarınıza batarken siz çevrenize
gülücükler saçıyorsunuz. Acılarınızın ses tellerini yırtarcasına
bağırıyorsunuz. Sizden başka duyan yok.
Geçse
geçerdi, niye sürüyor hala bu ayrılık…
Niye
sorusu uzayıp giderken yırtıyordu düş tellerinizi de… Sonra düşüyor…
Sendeliyor… Ufak ufak kopuyorsunuz bu hayattan. Sol anahtarı bir süreliğine
seyahate çıkmış hiç çalınmayacak bir beste olarak kalıyorsunuz nota defterinde…
Hala
aklım almıyor aşk, nasıl bir zamanlar kendisinin olduğu yüreğe, dokunduğu tene bırakıyordu
hiç acımadan, acısını… Ve zaman o geçmek bilmeyen diye dövünüp durduğumuz zaman;
nasıl da geçiyor-du acılarla anlamadan…
Hani
acı’ma-sız derlerdi aşk için…