ÖYLEYİZ İŞTE - Leda Atomik -


Sana uzaklardan sesleniyordum lakin soluğun yanağımda, aklımda, fikrimdeydi… Dokunamasak da birbirimize…

Yıldızlara dalmıştım…
Gece biraz maviden, biraz da siyahtan çalmış üzerime doğru geliyordu. İçimden, parmağımla hangi yıldızı seçsem acaba pişti oluruz onunla diye geçiriyordum. Ulaşmaya çalışıyor, kendimi saklıyordum… Bir güvercin, bir duman yollayayım hangi yıldızı seçtiğini öğreneyim istiyordum, kendimi senden çok uzaklara atıyordum.

Nasıl bir haldeydim…
Çocukluk desem değil…
Büyüklük, olgunluk desem hiç değil…
Öyle telaşlı, öyle damdan düşmüş, öyle üç tarafı şaşkınlıkla çevrilmiş tatlı bir salaklık halindeydim ki sorma gitsin…
Sor-ma dedim ya, cevapla…

Nasıl bir aralıktan sızmıştın tenime… Yangında ilk kurtarılacakken, ilk yanan oluveriyordum… Hoş, kim yanıyor kim yakıyordu anlaması güç bir sarmalın içinde ilerliyordu aklım ama bir taraftan da kelimeler hep senden yanaydı gözümden kaçmıyordu… Alev parçacıkları, küçük kırmızı kül tanecikleri gelip konuyordu parmak uçlarıma… Sonra ardından ılık sarı sıcak bir yangın, neşelensem mi hüzünlensem mi bilemiyordum…

Öyleyiz işte…
Biraz b-öyle, biraz ş-öyle…
Salvador Dali’nin “Atomic Leda’sı” gibi görünüyor, hissediliyor ama atom fiziği teorisiyle “nothing touches”… Yani tıpkı tablodaki hiçbir şeyin birbirine dokunmadığı gibi dokunamayacaktık ya birbirimize ve gördüğümüz sadece çıplaklıktan çok ötelerde aşkın atom tanecikleri olacaktı ve biz –muş gibi yaşamaya devam edecektik… En acısı en acıklısı da bu değil miydi? Karşıdan bakınca dokunuyor, yaklaştıkça hiçbir şeyin dokunamadığı görüp yaşamak, Leda Atomik’in içerisinde herhangi bir nesneden ya da giyinik çıplaklıktan farklı olamamak… Acaba bu durum aşkın haline girerdi… Hangi edebiyat, hangi şiir Leda Atomik kadar bizi çırılçıplak soyup dokunabilecek kadar birbirimize yaklaştırıp sonra iş dokunmaya gelince aramızda uçurumlar yaratacaktı… Hangi tarih, hangi mitoloji bizi böyle derinden anlatacaktı…   

Öyle kontrolsüz bir şekilde bodoslama aşka çarpıyor içten içe birbirimizden habersiz, birbirimizle yatıp kalkıyorduk ama dokunamıyorduk. Dudak ıslaklığı yerine gözlerimizden sabah hasreti yağıyordu. Hadi akşamları anlamıştım ya sabahlara ne oluyordu böyle… Anlam veremiyordum böyle şiddetli çarpışmaya acaba hangi ölçü birimi kaç yıldız verirdi. Bilemiyorduk ama bir ressamın elinde çıplaklığın rengine boyanıyorduk.  Herkes bizi giyinik sanıyorken…

Seçmek elimizde olsa elbet seçebilirdin yahut seçebilirdim. Baktım o kadar hangi yıldız diye… Baktım yandıkça yandım… Şimdi dört tarafı yangınlarla çevrili insana ne denir bilmem ki… Kaçacak tüm noktaları çürütülmüş, zaman denen merdiven de çoktan yangına kurban edilmiş…  Ne denir şimdi bilmem ki Leda Atomik dokunurken tenime… Sanırım buldum, meşale… Evet, evet yakanın elinde galibiyet kupası gibi yükselen, meşale… En neşeli halimizle bile meşale…

İnanır mısın? Ağlamak istiyor ve ağlıyordum da banyonun akustik ortamında hiç bu kadar güzel gelmemişti gözyaşının sesi kulağıma…  Ve gözyaşı ne kirpiğime ne de yanağıma,  gözümse ne sana, ne düşlediğine dokunuyordu… Oysa fizik kanunlarına göre az da olsa sürtünme olmak zorundaydı tutunabilmesi için nesnelerin… Ben ne tutunabiliyordum ne de dokunabiliyordum…  Kayıp gidiyordum gökyüzünden…  Sanırım senin tuttuğun yıldız ben, benimkisi ise sendin…  



Popüler Yayınlar

Yasal Uyarı

Yayınlanan yazılar ve şiirler özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazı ve şiirler aktif link verilerek kullanılabilir.