sürrealist etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sürrealist etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sekizinci Notam



Şarkılar yalan…
Notalar… Sözler…
Sen giderek pes’leşen bir gamın içerisinde sekizinci notam olarak duruyorken, sesim çok yavan…


Günlerden, sen...
Ayrılıklardan, sen...
Yalnızlıklardan, sen...
Ve beklemelerden çoğul sennn iken.. zaman; kadifemsi bir kaydırağın üzerinde takılı kalmış hiç ilerlemiyordu. Akması gerekirdi oysa deli sular gibi gürleye gürleye ama nerdeeee... Hiç kaldığı yahut böyle kaygan kumaşlarda takıldığı görülmemişti zamanın, ilk defa belleğim eğip bükemiyordu o saatleri... Hani o meşhur bilindik sürreal ressamın tablolarındaki kaygan ve uzamsı saatler gibi değildi hiç zaman... Daha çok katı, aksi yönünü gösteriyordu.

Ne gam-lı… Ne pes-li, yukarı doğru çıktıkça tizleşen bir hayatın ucunda asılı duruyorken adına aşk denen kuyruklu nota;
Ellerim, sen...
Düşlerim, sen...
Tenim, sen kokuyorken dört yanı ayrılıkla çevrili kara parçasıydım.  Baştan aşağı sırılsıklam! Korsan duygular içimde savurdukça kılıçlarını güldüm inatla hep daha da çok... Yerli yersiz hem de... “Ağlamak yakışmaz... “demedim de gözyaşlarımı gülmelerime katık ettim. Kimse anlam veremedi bu halime, gülüyor muydum ağlıyor mu? İşte hayatın da karmaşık bir kimya formülüne dönüştüğü an bu an olmalıydı. 

Hangi DNA sarmalı döndükçe böyle çaresizlik denen o olguyu yaratırdı.

Duyular... Yaşlar... Eller... Diller... Cümleler... Duble yollarda tekil sevişmeler ve daha neler neler nasıl da hepsi iç içe girmişti ama aynı zamanda da dış dışa... Sanki boğuluyormuş da hangi duyuya el atsam onu da boğuyormuşum gibi bir histi... Hani böyle kitapların birden fayans kılığına bürünüp içlerinden kurtulan karakterlerin deli gömleği ile peşimde koşturması gibi bir şeydi. Evet, evet hiç umulmadık bir anda yırtılan tenimden girmiştin içeri... Böyle acıta acıta, böyle kanırta kanırta… Sonra gene aynı geldiğin duygu acısıyla gittin… Belki de terk ettim ama ne fark eder sonuçta köpekler gibi acı duruyorken sol yanımda düşlerim onları çeke çeke sular seller altında kaldı. Yani havladıkça acılar, ben ağladım. Ne ağlaması yahu! Deli miyim ben? Sağanaktım…
Şimdi gene böylesi bir sağanakta;

Şarkılar yalan… (Cidden bak!)
Notalar… Sözler…
Sen giderek pes’leşen bir gamın içerisinde sekizinci notam olarak duruyorken cümlelerim çok yavan… (İster inanma ister edebiyat parçalıyor, ister scrabble oynuyorsun de ne düşünmezsen düşünme…
Yokluğun zor…!
Varlığın çok daha…! )*

Sürnot: 1) (Parantez) içerisindekiler iç ses olurken acaba dışında kalanlar dış ses mi olur yoksa tam tersi bir durum da söz konusu olabilir mi bilmiyorum ama ya parantez içi ya dışı kesin soft rock bir şarkının yansıması… Hııı soft rock şarkı demişken Elton John ve Bernie Taupin ‘in sözlerini yazdığı ve bitmeye yüz tutmuş bir aşkı yalvarışlarla anlatan yine “Elton John tarafından 1 Kasım 1976 yılında seslendirilen – Sorry Seems To Be Hardest Word – şarkısını dinleyin derim özellikle de Ray Charles düetiyle… 

2) Tablo Salvador Dali “Music The Red Orchestra”

Ama Sen Sevgili




Yaya geçidinden geçiyordum... Bir an durdu sandım saat... Bir an yeşil ışık dondu, insanların adımları havada kaldı ve gözlerim o güzelim yüzüne kondu...

Bunca insan içinde sevgili, nasıl da fark etmeden beni geçiyordun karşıya... Yüreğim sol yanından düşüvermiş de eziliyordu asfalt niyetine uzun topuklarının altında... Adımların, ama adımların ne güzel eziyor beni sevgili… Telaşsız ve yavaş yavaş attığın o adımların, adımı tekrarlar gibiydi…

Çok içtiğim söylenemez...  Hatta hiç içenlerdenim...
Ama sen sevgili karşı kaldırımda durup nasıl da göz kırpmasını bekliyordun, arkamda duran yeşil ışığın... Beni görmüyor, tanımıyordun. Gözlerinin içinde çığlıklarla kulaç atıyordum bi tutup çıkarmıyordun.

Ama sen sevgili; nasıl da bırakıyordun yanımdan hızlıca geçerken, parfüm kokunu... Bense o kokunun yarattığı düşsel etkiyle ufak ufak adımlarla uzaklaşıyordum senden.

Ama sen sevgili; öylece savurup geçerken sosyalist saçlarını, ellerimi nasıl bir yoksulluğa itiyordun... Ahh benim işçi ellerim, yağlı paslı ellerim hiç böyle dokunamama acısı yaşamamıştır. Hiç böyle kırılmamış hiç böyle yanmamıştır. Ama sen sevgili, nasıl da kayıp gidiyordun, parmak uçlarımda hala durur sızısı…

Ama sen, sen sevgili geçip giderken benden bütün yayalar durdu geçitte. Sen farkında değildin uçuyordum adeta geçmiyordum ben o geçitten... Adı sadece geçitti. Ben hiç geçmedim ki senden… Sadece bir esinti, sadece bir kırılgan düş, sitemkâr birkaç cümleydi hepsi… Geçmedim ki ben hiç senden ama sen nasıl geçip gittin sevgili, geçmeyen zamanlar gibiydin… Zaman; o büyülü kavram…

Şimdi düşünüyorum da ya ben kendimde değildim ya da sen hiç olmadın. Belki de seni ben yarattım, belki de sen beni kendimden geçirdin... Belki de gördüklerim, yaşadıklarımız sadece edebiyattan ibaretti...

Hadi! Hatasız olmaz hayat, edebiyatta öyle... Sen imlâ hatalarımla, bozuk cümle yapılarımla geç benden…
Ama sevgili sen ne güzel şiir yahut ne güzel romandın, yazarının elinden kalemi çalıp seni kendime doğru akıtmak isterdim. Yahut en azından bi sarılıp öyle ayrılık uğrasın bu sevdaya diye çok anlatım bozukluğunda yolumu kaybetmeye razıydım… Ama sen sevgili, karşı kaldırımda arkamdaki ışığı süzüyordun. On yedi saniyede nasıl da yerle bir olurmuş insan gel de sor bana geç de gör ben de… Şimdi hangi harf/iyatçı toplar yıkılan cümlelerimi…  

Ama sen sevgili; geçerken yaya geçidinden ben geçtim gittim kendimden... Belki de sen hiç farkında değildin, belki hiç sevgilim de değil… Seni kaybettim…

Sürnot: 1) Cem Adrian “Seni Kaybettim” şarkısı herhangi bir yaya geçidinde dinlenirken yeşil ışığı bekleyen yayalar arasına kâğıttan uçak yapımında kullanabilirsiniz bu yazıyı.
2) Tablo Salvador Dali


EN GÜZEL DUAYDI DUDAKLARIN – Angelus -



Yoksulduk ama Dali'nin Millet'e gönderme yaptığı arkeolojik Angelus da değildik. Belki olabilirdik ya da onları çoktan geçtik. Hiç bilmiyorum. Bir fikrim de yok doğrusu ama zaman denen o sağı solu yara bere içerisindeki çocuğun yaptığı haylazlıklara bağlı bu durumun biraz da değişebilir hal alması...

Sabahları giyinir çıkardık. Tarlaya gitmediğimiz doğru ama organik diye günün belli saatleri içine tıkıldığımız mimari yapılarımız vardı. Tabi adı mimari, görüntüsüne bakınca anlarsınız... Sonra sabahları dua niyetine dudak kıvrımlarında dolaştığım da doğru... Ne yalan söyleyeyim bildiğim en güzel duaydı dudakların... Üstelik hiç ezberlemedim içimden geldiği gibi kendi dilimde okudum, kazıdım belleğime...  Kendimden geçer, senin dudaklarında inerdim… Nasıl okurduk birbirimizin bakışlarını anlatamam… Sonra senin dudakların yüzümün kurak topraklarında gezerdi. Yani kim demiş şimdi yağmur duası bilmediğini…


Böyle sabahlara uyanırdık seninle…
-  Açtık.
-  Aşktık…
-  Evet.
-  Yoksulduk da yoksul olmasına ama yoksun değildik hiçbir şeyden… Her sabah dudaklarının kıyılarında denizi çekerdim içime, duaysa duaydı martıların çığlıkları… Hani öyle L’Angelus’da olduğu gibi tarlanın ortasında dua etmeye ihtiyacımız yoktu. Yüzümde dudak ıslaklığınla canlanacak başaklar dururken…

Biz sadece birbirimizi bulmuş ve acılarımızla beraber ısınıyorduk aynı yatakta... Çünkü bana göre aşktan öteydin, sen... Tenden öte... Ateşli dokunmalardan öte... Hatta bu evrenden çok öte bir varlıktın… O yüzden seni verdiği için kimseye şükran borcum da yoktu… Elbet bürünecektik bu evrende ete kemiğe… Elbet buluşacaktık öyle ya da böyle bir yerlerde... Nasıl ve ne şekilde olacağını söylemek şimdi anlamsız... Çünkü “elbet” var her iki cümlenin de başında… Yani duaysa adı, şükransa, her sabah dudak kıyılarından sokuyordum ayaklarımı o turuncu denizlere… Ne yalan söyleyeyim yüzdüğüm, daldığım en güzel duaydın bu evrende…

Akıyorduk biz… Aynı uzay tenhalığında sevişerek akan yıldızlar gibi…

Deliliğe yakın bir ressamın renklerindeydik… Ne tabut başında ne de tarlanın ortasındaydık. Dua desen, hiç eder gibi bir halimiz de yoktu. Yatağın orta yerinde hani o Maldivler ’de mavinin ortasında iki palmiyesiyle kalmış adacık gibiydik.  Senin kafanın hafifçe eğik olması, omuzumdan yanaklarıma doğru uzanan o yokuşlu yolu tırmanırken görünmendendi. Nasıl da geçiyordum kendimden, bu evrenden, bu uzaydan geçip de dudak kıyılarında alıyordum soluğu… Nefesimin bedenime yetmediği çok oldu doğrusu. Nasıl bir duaydın, dudakların kıpırdadıkça çıplaklık üstümüze daha bir yakışıyordu…

Akarken zihnim renklerin o büyüleyici paletinden, bir ölünün ruhuna giydirilmiş ten gibiydim. 
Ne yalan söyleyeyim bu güne kadar tattığım, yaşadığım en güzel evrendi; dudakların…


Sürnot:
Salvador Dali’nin “ Archaeological Reminiscence of Millet's Angelus” ( Millet'nin Angelus'undan Arkeolojik Hatıralar) aynı adlı tablosudur. Ayrıca Jean François Millet’ in “ L’angelus” aynı adlı tablosudur ki Dali’nin sürreal düşlerini çok etkilendiği ve bu tabloya benzer birçok tablo yarattığı bilinmektedir. Ve ayrıca aynı adlı bir Şükran duası da bulunmaktadır.

Popüler Yayınlar

Yasal Uyarı

Yayınlanan yazılar ve şiirler özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazı ve şiirler aktif link verilerek kullanılabilir.