Nasıl
bir yapıyla örülmüştü DNA sarmalımız böyle… Akıyorduk âdete… Heceler
kelimelere, kelimeler cümlelere akıp gidiyor, biz çıplak ayak yürüyorduk.
Ayaklarımıza noktalı harfler batıyor aldırmıyorduk. Çekip çıkarıyorduk
acılarımızdan en solmaz, en solgun kelimeleri, en açar en açmaz cümleleri…
Yürüyorduk…
Yıllar önce yazılmış şiirin mısralarını eze eze hem de…
“ne üçgen
ne beşgen
değince
dudaklarımız birbirine
oluyoruz öpüş-gen…*"
Kelebeklerin
ayaklarına takılmış tüyler gibiydik âdete; ince, hafif ve dağılgan... Her
kelimeyi ölçüp biçip mikroskop altına yatırıyor gen haritasını
çıkarıyorduk. Ya kırar mıyım, ya kırıl
mı diye sürekli iç geçiriyor her cümlenin yaratacağı etkiyi kestirmeye
çalışıyorduk. Sanki düşüktü biraz cümlelerimizin hemogram değerleri... Eklem
yerlerinin de yerli yersiz acılı, acıklı duruma düştüğü oluyordu. Sonra
dinmeyen bir yorgunluk haliyle karışık halsizlik de cabası… Hıı az daha
unutuyordum sürekli bir ağız kuruluğu da hâkimdi cümlelerimize oysa
alabildiğine besliyorduk onları sulak seslerle...
Ne
oluyordu bize böyle keşfe çıkmışken anlamlandıramadığımız bir hece savaşı
cümlelerimizi yok edercesine saldırıyordu… Dost düşman ayırt etmiyordu hem de…
Sanırım daha ileri tetkikle bize dokunması şarttı ya edebiyat, ya sanat
tarihçilerinin o canım elleri yahut bir romatologun o güzelim steteskobu… Çünkü
immünolojik bir durum olduğu ortada bağışlayamıyorduk iyi ya da kötü hiçbir
hücremizi birbirine… Anında dağılıyor düşman oluveriyordu hecelerimiz de… Bir
iç savaş ki sorma gitsin. Galibi de biz, yenileni de biz oluyorduk. Ardımızda
sulu harfler, yüzmeye yeltenen cümleler…
Sonra
bazı zamanlar yer çekimine inat çekin-genlik de kuşatıyordu etrafımızı…
Yüzümüze anlamsız bir G kuvveti oturuyordu.
Birbirimizi anlamıyor, dinlemiyor itiyorduk. Bazı zamanlarsa gen
çekimine uğruyorduk… Sanki yıllarca, yıllarca evvel tanışıyor da sevişiyor
gibiydi hececiklerimiz… Nasıl bir gendi bizi böyle iç içe geçirip kelebeklerin
ayaklarına sarıp sarmalayan… Nasıl bir gendi. Böyle diş ağrısı gibi zonklayıp
düş ağrıları yaşatan… Sonra antibiyotik niyetine, düşlerime parmak uçlarını
içirmenle sonsuzluğa yelken açmam bir oluyordu. Ne ağrı kalıyordu, ne sızı, ne
de acı… Hepsi birer kanatlı yaratık olup benden çok uzaklara uçuyorlardı.
Günde
iki öğün düzenli olarak şiirleri içince, tenimizin her yanını ılık ıslak
kelebeklerin sarması bize çok mucizevi geliyordu. Ester bağı bile az kalıyor,
bağlanmadan genlerimiz birbirine akıyor ve karışıyorduk… İki ayrı hece nehri gibiydik aynı cümleye
dökülüyor ve inanamıyorduk… Çünkü ne çok düşmandı hücrelerimiz, tenlerimize…
Ama günde iki öğün şiir iyi geliyordu. Bağışlayabiliyorduk o zaman acılarımızı
dahi ve tenimiz daha bir ehlileşiyordu…
Şimdi
sevgili, sen bu doğa olayına ister yer çekimi, ister düş, istersen de gen
çekimi de ortada bir gerçek vardı. O da ılık ıslak kelebeklerin bütün vücut ağırlığımızı
almasıydı. Ardından o dudak ıslaklığı yürüdükçe hatta koşturdukça tenimizde,
tüy gibi dalgalanıyorduk gökyüzünde...
Öpüş-gen…
Çekin-gen,
Ve
…
olduğumuz zamanları kağıttan uçurtma yapıp yüksek binaların çatılarından
atıyorduk. Gıdıklanıyordu içimiz biz çıplak ayak bulutlara basıyorduk. Çok
battığı oldu sesli harflerin ayağımıza ama biz sessizce çıkarmasını da
öğrenmiştik.
Seninle
ne zaman yer çekimine uğrasak, gen çekimine yeniliyor. Gen çekimine uğrasak düş
çekimiyle boğuşuyorduk. Aramız da olmasa da DNA sarmalımızda saklı gerçeklerin
olduğunu biliyorduk. Hücrelerimiz sevişmiyor, savaşıyordu. Yani nasıl bir iç savaş varsa talan ediyordu
tenimizi yavaş yavaş, ruhumuza da arada dokunarak…
Ufff!
Tamam,
çekiştirip durma rüyanın en can alıcı yerinde…
-
Ne sayıklıyorsun sen öyle sabah sabah.
-
Gen çekimi…
-
Hıı… Şimdi bir öpücük versem ben çekimine uğrar mısın?
-
Uğramak ne kelime yatıya bile kalabilirim.
-
Haydi, şımarıklığı bırak da düşlerini fırçalamayı unutma…
Sonra
bir gözüm açık diğeri kapalı olarak fırçalarken dişlerimi, takılı kaldı aynada aklım.
Ağzımda düş macunu, dilimde ferahlatıcı bir tatla günler aylara, aylar yıllara
dökülürken; AŞK gençliğinden hiçbir şey yitirmiyordu. Nasıl bir yapıyla
örülmüştük… Sabahın köründe de gecenin
görünürlüğünde de aşk hep DNA’mızda gezinen haylaz hücreler gibiydi…
Hadi!
Hücrelerimize inat kurak mevsimler uğramasın hiç tenimize…
Hep
hüküm sürsün dudak ıslaklığı…
Aşk,
bağışlar otoimmün bozuklukları dahi…
Sürnot:
*
Genimizdeki Öpücükler Şiirimden
**
Salvador Dali’ye ait “Butterfly With DNA” tablosundan esinlenilmiştir.