Tenin, yağmur ormanlarından akıp gelen güllerin
içindeydi…
Zamansızım…
Hiç hesap kitap yapmadan zaman-sız girmiştin
tenimin yırtıklarından içeri… Önceleri çok canım acıdı. Kıvrandım. Yutkundum
ama sonra bilinçaltında beslediğim aşk, kabına sığmayınca yıkıp geçti aklımın
mantık kapılarını… Gözlerim geleceğin çok üstlerinde geziniyor, gülerken dahi
canım çok acıyordu… Çok acı-yordu beni, çookkk…
İlk defa böyle bir şey oldu. Kayan ayağımdı,
düşerim kırıldı. Yavaş yavaş ilerliyordum. Kimselere hiçbir şeye bulaşmadan ama
dokunarak topluyordum teninden yağmurları… Her dokunuş bir haz… Her dokunuş bir
acımtırak bahar bırakıyordu. Parmaklarım aylarca susuz kalmış vahşi hayvanlar
gibi içtikçe içiyordu tenini… Biara ellerimden gül renginde bir şeyler aktığını
hissettim. Yalnızlık eriyordur nasılsa deyip aldırış etmedim. Zamana
çırılçıplak bırakmıştık ya kendimizi belki de onun rahatlığı vardı üstümüzde...
Sonra avuçlarım ağırlaştı, bir ıssız acının doğurduğu girdaba kapılmış gibiydi.
Savruluyor ama gidemiyor, kopamıyordu…
Güller sevgili o acıyla, hasretle büyüttüğün… O
yalnızlıkla, o ateşle, o aşkla büyüttüğün kan kırmızı, gözyaşı renginde güller,
nasıl da akıyordu tenimin her bir hücresiyle savaşarak… Bir ara uyku hali çöktü
üstüme kalkıp yanından yıkadım yüzümü ama sonra göz kapaklarım çok ağır gelmeye
başladı gözlerime taşıyamıyordum. Artık ne olduğuna, kim olduğuma anlam veremez
haldeydim. Sanki gözlerimden bebekleri çalıyorlar, sessizliğime de o çaldıkları
bebeklerin çığlıklarını bırakıyorlardı. Ölümün kıyısında masumlaşan eski çağ
hayvanları gibi hissediyordum kendimi… Göz kapağıyla kirpiklerimin oyunlar
oynadığı o aralıktan en son gördüğüm şeyse iri göğüslerini aşarak kızgın lavlar
gibi üstüme gelmesiydi o güllerin…
Sonrası ağır bir karanlık… Her üç metrede bir sokak
lambası niyetine diktiğim sorular da aydınlatmıyordu belleğimi… Gelecek o ukala
ekini bırakmış –di’li zamanı takınmıştı. Artık her şey biraz gül kokuyordu,
ölüm dahi…
Z-amansızım…
Elim ayağım sanki bedenime ait değildi artık… Sana
amansız soluksuz koşuyordum. Bilincim bir kenarda, altı-üstü bambaşka kenarlarda…
Amansız bir hastanın doktoruna koştuğu gibi… Sana koşuyor, ellerimde dikenler büyüyordu.
Sana koşuyor gel-ecek gene o soytarı ekine binmiş gidiyordu… Sen de çok iyi
biliyordun sana iyi geldiğimi ama güllerin sevgili o teninde büyüttüğün
güllerine ne olacaktı…
Zaman-sızım...
Zaman-sızındım
artık... Birbirimizin yaralarından beslenen acı kuşlarıydık… Ansızın geldiğimiz
çağa gitme vakti gelmişti artık… Hadi toparla kokularını tenimden, bırak
dikenlerini parmak uçlarıma ki silinsin senden sonra dokunma eylemi belleğimden…
Unutayım bu çarşafı kirlenmiş zamanın içinde kendime dokunmayı bile…
Sürnot:
*Salvador Dali aynı adlı The Bleeding Roses (Kanayan Güller) tablosu
adıdır.