Gerçekten katılaşıyor muydu zaman
yoksa eriyor muydu o ünlü Fransız peyniri gibi…
EPR paradoksunda* olasılıklar,
belirsizlikler dâhilindeydik… Sıyrılıp gitmiştik birbirimizden… Hangi bilim adamı o kuantum fiziğindeki
formüllerle çürütmüştü bizi… Gerçekte var olmadığımızı ya da var olma çabamızın
aslında yok oluş olduğunu hangi denklem ya da denksizlik açıklardı. Bize hangi
el, hangi beyin böyle dokundu…
Einstein mı?
Podolsky mı?
Yoksa Rosen mi? Bizi bulmak için
birbirimize bölüp karmaşık formüllerin içerisinde fiziğin uçsuz bucaksız
boşluğunda uçurdular… Hangi formül, hangi kuram aslında sürsonsuz
olamayacağımızı bize kanıtlamıştı.
Sür-ükleniyorduk evet… Belleğin Azmi de dağılmıştı artık… O ayrılığı
tutan saatler, zamana boylu boyunca uzanan aşk, hatta sür-aşk, sür-real
düşlerimiz bırakmıştı kendini sür-rüya dahi olmayacak bir yaşamın orta
yerine… Ben gidiyor, sen de gidiyordun
farklı yönlerin bilinmezlikleri olarak devam edecektik bundan sonraki
yolculuğumuza… Evet, ne yalan söyleyeyim. İlk başlarda beynimden dizlerime
doğru acı bir haz uzayıp gitti, ıslaklığıyla uzayın derinliklerine... Sonra
ölüm gibi bir şey oldu. Sanırım uzun topuklarından salınan formüllerin
yarattığı kozmolojik bir etkiydi…
Sür-ükleniyorduk… Sayfalarca sürüp giden formüllerde ben
ağlarken, sen ağırlıyordun… Oysa seni her olasılık ve belirsizliğe rağmen
oturtmuştum beynime… Sense
gidilebiliyor, bulunabiliyormuşsun meğer dört işlemden herhangi biriyle… Yani
anlaşılacağı üzere hiç gerek yokmuş öyle sür-aşk dediğimiz şeyi karmaşık
formüllerle sayfalar dolusu yazıp çizmeye, o kuramlar yerine basit bir cümle
yetiyormuş belleği darmadağın etmeye…
Aşk, bu kadar basit bu kadar
aşağılık bir cümleyle bitmemeliydi diye çok kemirdiğim oldu elbet zihnimi,
mantığımı… Ama bitti ve gitti... Artık hiçbir saatin bizi tutmasına gerek yok.
Arnavut kaldırımlı taşlarla döşediğim Eriyen Saatler’deki, akreple yelkovan
bundan sonraki yolculuklarına kendilerini taşıyıp istedikleri kadar
sevişebilirlerdi artık… Dağıttım o
sürreal yolcuğun bütün metalarını, sür’den sonra gelecek tüm kelimelerse fizik
notlarında paradokstan ibaret artık…
Kelimelerin hiç bu kadar ağır
geldiğini hatırlamıyorum. Uzayda, fizikte hatta bu evrende kendimi
anlayamamışken sana kendimi anlatmaya çalışıyordum. Sense her kuram sanki sana
yazılmışçasına üstüne alınıyordun. Artık
sonucu bulan bilim adamları gibiydik… Onlar son-uca ulaştı diye sevinirlerken,
biz kaybetmiştik birbirimizi onların sevindiği noktada…
Neyse hoşça kal…
Aynı uzayın boşluğuna dökülen
ayak seslerimizin yankılanarak, zıt yönlerde uzaklaştığı sür-rüyam…
Kaynak,
Alıntı:
*Albert Einstein ve arkadaşları
Boris Podolsky ve Nathan Rosen soyadlarının baş harflerinden oluşan kuantum
fiziği üzerine hazırladıkları makale adıdır.
** The Disintegration
of the Persistence of Memory (Belleğin Azminin Dağılışı)