sürsonsuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sürsonsuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sonsuzluğum İçinde Sonsuzumsun





Bugün bozdum o üçlemeyi sevgili... Metro-Vapur- Otobüs... Uzattım yokluğuna uzanan yolu... Üstelik bir de şemsiyesiz yağmurda yürümeyi ekledim yokluğunun derinliğine... Hani gölgem olacaktın... Ben aydınlığı bıraksam sen beni bırakmazdın... Bi kendime bakıyorum bi gölgeme... Hangimiz gerçeğiz ki... Senin yokluğun akarken iliklerimden sen hala "seni seviyorum" gibi çok basit cümleler kurmamı bekliyorsun... Oysa gölgenim sevgili, hem aydınlıkta hem karanlıkta, hem bu evrende hem gelecekte...


Ölmedim, bak hala yürüyorum... Eee doğru biraz da içkiliyim ama bu durumun içkiyle hiç alakası yok... Hem hala doğru yazabiliyorsam, imla hatasız elini tutuyor, "sen " döşeli parke taşlı bir yolda, gölgem benden bağımsız yürüyorsa teninde, yüreğinde cirit atıyorsa kelimelerim... Ve yazdığımda hala ağlatabiliyorsam seni... İnan ölmedim ben sevgili; sonsuzluğum içinde sonsuzumsun…

SÜREN BİŞEY YOKTU – Bellek De Dağıldı -




Gerçekten katılaşıyor muydu zaman yoksa eriyor muydu o ünlü Fransız peyniri gibi…
EPR paradoksunda* olasılıklar, belirsizlikler dâhilindeydik… Sıyrılıp gitmiştik birbirimizden…  Hangi bilim adamı o kuantum fiziğindeki formüllerle çürütmüştü bizi… Gerçekte var olmadığımızı ya da var olma çabamızın aslında yok oluş olduğunu hangi denklem ya da denksizlik açıklardı. Bize hangi el, hangi beyin böyle dokundu…
Einstein mı?
Podolsky mı?
Yoksa Rosen mi? Bizi bulmak için birbirimize bölüp karmaşık formüllerin içerisinde fiziğin uçsuz bucaksız boşluğunda uçurdular… Hangi formül, hangi kuram aslında sürsonsuz olamayacağımızı bize kanıtlamıştı.
Sür-ükleniyorduk evet…  Belleğin Azmi de dağılmıştı artık… O ayrılığı tutan saatler, zamana boylu boyunca uzanan aşk, hatta sür-aşk, sür-real düşlerimiz bırakmıştı kendini sür-rüya dahi olmayacak bir yaşamın orta yerine…  Ben gidiyor, sen de gidiyordun farklı yönlerin bilinmezlikleri olarak devam edecektik bundan sonraki yolculuğumuza… Evet, ne yalan söyleyeyim. İlk başlarda beynimden dizlerime doğru acı bir haz uzayıp gitti, ıslaklığıyla uzayın derinliklerine... Sonra ölüm gibi bir şey oldu. Sanırım uzun topuklarından salınan formüllerin yarattığı kozmolojik bir etkiydi…
Sür-ükleniyorduk…  Sayfalarca sürüp giden formüllerde ben ağlarken, sen ağırlıyordun… Oysa seni her olasılık ve belirsizliğe rağmen oturtmuştum beynime…  Sense gidilebiliyor, bulunabiliyormuşsun meğer dört işlemden herhangi biriyle… Yani anlaşılacağı üzere hiç gerek yokmuş öyle sür-aşk dediğimiz şeyi karmaşık formüllerle sayfalar dolusu yazıp çizmeye, o kuramlar yerine basit bir cümle yetiyormuş belleği darmadağın etmeye…
Aşk, bu kadar basit bu kadar aşağılık bir cümleyle bitmemeliydi diye çok kemirdiğim oldu elbet zihnimi, mantığımı… Ama bitti ve gitti... Artık hiçbir saatin bizi tutmasına gerek yok. Arnavut kaldırımlı taşlarla döşediğim Eriyen Saatler’deki, akreple yelkovan bundan sonraki yolculuklarına kendilerini taşıyıp istedikleri kadar sevişebilirlerdi artık…  Dağıttım o sürreal yolcuğun bütün metalarını, sür’den sonra gelecek tüm kelimelerse fizik notlarında paradokstan ibaret artık…
Kelimelerin hiç bu kadar ağır geldiğini hatırlamıyorum. Uzayda, fizikte hatta bu evrende kendimi anlayamamışken sana kendimi anlatmaya çalışıyordum. Sense her kuram sanki sana yazılmışçasına üstüne alınıyordun.  Artık sonucu bulan bilim adamları gibiydik… Onlar son-uca ulaştı diye sevinirlerken, biz kaybetmiştik birbirimizi onların sevindiği noktada…
Neyse hoşça kal…
Aynı uzayın boşluğuna dökülen ayak seslerimizin yankılanarak, zıt yönlerde uzaklaştığı sür-rüyam…


Kaynak, Alıntı:
*Albert Einstein ve arkadaşları Boris Podolsky ve Nathan Rosen soyadlarının baş harflerinden oluşan kuantum fiziği üzerine hazırladıkları makale adıdır.
** The Disintegration of the Persistence of Memory (Belleğin Azminin Dağılışı)


SÜRSONSUZ - Belleğin Azmi -



Eriyordu zaman Camembert peyniri gibi…
Gidişin takılmıştı yelkovanın ayağına akrep tüm gücüyle tutunuyorken zamanın zeminine, uzayıp gidiyordu aşk,  bilinmeze…
Ne yani gerçekten gidiyor muydun, geliyor muydun?
Olmayacak mıydın yoksa gerçeklerin üstünde bir yerlerde gezinecek miydin?  

Her şeyden her yerden sür-ülmüş gibiydik… Sanki hayatın içinde değil üstünde yaşar gibi halimiz vardı. Hiç bir şey bize dokunamıyor, erişemiyor sanıyorduk. Kulağa çok çılgınca gelecek belki biliyorum ama birbirimizin uzağına düşsek bile bir tanrısallık kuşatıyordu etrafımızı… Sanki o an tüm yıldızlar çekilmiş, tüm insanlar gitmiş, dünya durmuş… Sadece ikimiz yükseliyorduk göğün göğsüne…  Mevsimler etrafımızda pervane, günler bizim için divane…

Sadece ikimiz… İkimizdik eriyip giden zamana boylu boyunca uzanan. Hadi başlayalım her şeyi sür-meye…

Sür-Real… Sür-Romantizm… Sür-Aşk… Sür-Sonsuz… Sür…

Nasıl da sürüyorduk birbirimizin tenini her şeye inat. Hiç nadasa bırakmaya niyetimiz de yoktu üstelik… Eriyip gidiyormuş zaman, “Belleğin Azmi’nin” orta yerinde yatıyormuş yüzümüz, kimin umurunda… Karışalım hadi birbirimize… Her nesneye anlam yükleyelim. Yıllarca sürsün sanat tarihçilerinin çözmesi… Sanatseverlerse her baktığında farklı bir anlam yüklesinler bize… Çözdükçe karmaşıklaşan tam buldum derken kayıp giden düşlerin, hem kaptanı hem tayfası olalım…  Hadi aradaki mesafeye, saat farkına inat bizi anlatsın “Eriyen Saatler ”ve kimse anlamasın niye eridiklerini…

Zaman, Camembert peyniri…
Saatler, o kaygan ve kadifemsi gecenin köprüsü oluveriyordu. Bizse içsel yangınımızı kucaklayıp koşuyorduk. Einstein’in fizik notlarından fırlayan formüller gibiydik… Karmaşık, sarmal ve sayfalarca ama tek farkımız onlar teorideyken, kara tahtadayken biz pratikte, tuvaldeydik... Hayatın içindeymiş gibi görünüp bir o kadar üstünde… Her şey bize koşuyorken bir o kadar sür-ülmüş halde dolaşıyorduk, birbirimizin çıkmaz sokaklarında… Yeni yeni şeyler keşfediyorduk… O sesindeki bahar, tenindeki solmaz ateş, bakışlarındaki dudak ıslaklığı her biri atomlardan ayrılma aşk taneciği…

Nasıl başladı bu sürreal hikâye bilmiyorum… Bilmek de istemiyorum… Şuan eriyen zamanın karşısında nasıl böyle çırılçıplak kaldık ve herkesi, her şeyi E eşittir MC karenin dışında tutabildik… Sadece aşk yetmezdi eminim… Onun üstünde bir tanrısal olgu vardı elbet. Yoksa biz böyle hızla ilerlerken nasıl her şey durağan gözüküyordu ya da yıkılırken her şey yerli yerinde durabiliyordu… İşte o tanımlara ya da tanımsızlıklara kapılıp dökülüyorduk, sür-aşka…


Zaman, rüyalardan geçip tırnak uçlarına takılan ufacık bir yalan… Bırakalım sür-sün yaşadıkça biz sürrealliği… Bırakalım keşfetti sansın bir bilim adamı ya da resmetti sansın ressam, bizi…

Hadi bırakalım…
Eriyen Camembert peyniri bahanesi olsun… Uzaklar, saatler hep yalan kalsın… Her öpüyorum dediğinde sür-sonsuz olan tenlerimiz günahla arınsın…

Popüler Yayınlar

Yasal Uyarı

Yayınlanan yazılar ve şiirler özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazı ve şiirler aktif link verilerek kullanılabilir.