Her şey o yangınla başladı.
Elma, işin hikâye kısmı aslında...
Kayboluyordu
yüzün yanarken zürafanın sırtında tüm evren… Seni ben herhangi bir fizik ya da matematik
formüllerinin sonucu bulmamıştım. Biara
belleğimde bir şey lazım oldu, karıştırırken tenimin çekmecelerini çıkıverdin
karşıma... Hani bir şeyi bir yere koyup da nereye koyduğunu unutur ya insan,
sonra hiç olmadık anda çıkıverir karşısına ve tarifsiz bir sevinçle karışık
hüzün anı yaşar ya işte öyle bir duyguyu yaşatmıştın bana…
Durdum saatlerce baktım.
Dağınıktı çekmecelerin içleri aldırış etmedim. Sen de öyle güzel, öyle masum
bakıyordun ki bana sanki bu güne kadar öyle bir bakış değmemişti tenime. Yoo!
Sanki’si fazla oldu cümlenin, hiç değmemişti. Sonra ürkek ve titrek bir sincaba
bürünen ellerim dokununca tenine, parmak uçlarımdan hipothalamusa kadar bir haz
yürüdü… Belleğimi, bilincimi yitirmiş gibiydim… Sanırım bitkiselden çok
kozmolojik yaşama sürükleniyordum.
Tenimin hangi çekmecesinden çıkmıştın
sen…
Obsesif, desem değil…
Şizoid, desem değil…
Paranoid, desem hiç değil…
Narsistik dolaylarında dolaşan
distimik… Ehhh belki…
Böyle yıldızlara dokunur,
dünyanın yüzünü okşar gibi bir halim vardı. Hani kayıp gidecekmişsin de
ayaklarına virgüllerden yaptığım halhallarla donatmışım. Böyle uzansam
dağılacakmış yüzün de ürkütmeden usulca altına parantezleri germişim… Böyle,
zürafanın sırtındaki yangına düşecek bir halin varmış da tutup çekmişim seni
soru işaretlerini ters çevirip. Böyle uzun ince, kısa kalın harflerin arasında
ezilecek bir hale bürünmüşsün de tutup alıvermişim seni o harflerin arasından
anlatım bozukluklarıyla…
Sahi her bozukluk aslında tamir
olmaya gidilen bir yol muydu? Yoksa o tenimizdeki çekmeceleri sürekli açıp
kaparken bizim yarattığımız bir bozgun muydu?
Neydi ki bozukluk?
Kişinin zıt kutuplu biriyle
çarpışıp ardından protonların sevişmesiyle ortaya çıkan kimyasalların
tepkimesinden doğan, aşk mıydı?
Neydi? Seni çekmecelerimden
çıkaran o tarifsiz olgu…
Sanırım o anlatım, o kişilik
değimiz bozukluklar aslında bozukluk olmayabilirdi. Olsa olsa bu evrene alışamayan tenlerin,
tinlerin olup bitene hücresel, düşsel isyanıydı… Ve ben o isyanın en önde gideni olarak
tenimin çekmecelerinde bulmuştum seni. Ne iyi ettin de çıktın karşıma bak nasıl
okşuyor beynimden akan nehirler seni... Tenimiz sanki alüvyon…
Kayboluyordu yüzün yavaş yavaş…
Giderken yine geleceğim der gibiydin ama benim seni bulmuşken bırakmaya niyetim
yoktu. Tenim, ruhum ve etraf darmadağınıktı. Ardımızdaki zürafa aslında
yanmıyor, ateşi yakıyordu… Ben inadına tutunuyordum sana bildiğim tüm anlatım
ve kişilik bozgunluklarıyla ama o iğne görünümündeki uyku gezinmeye başlayınca
hücrelerimde daha fazla direnemiyordum. Senden önce ben kayıyordum, zamanın fayans kaplı zeminlerinden...
Kapanma vakti çok yaklaşmıştı
artık tenimdeki çekmecelerin. Hadi! Aklım yerindeyken getirin kolları arkadan
bağlanan gömleğimi. Yeter bu kadar aşk, çok bile bana toparlansın artık tenim… Vurun,
kilidi çekmecelere ama bırakın dağınık kalsın içleri...
Sürnot:
*
Salvador Dali aynı adlı tablosudur… The Burning Giraffe ( Yanan Zürafa )