Bir Şehnaz Oyun




“Güzel hanımlar, zarif beyler... Hoş geldiniz... Herkes yerini alsın, başlıyor gösterimiz.  İki perde, tekmili birden... Saz, caz, bando, mızıka, raks, dans, pandomima... Yaşasın müdüriyet... Bir de cabadan ön oyun... Bugün her şey bol kepçe... Ne hikmetse... Sözü özü güzel hanımlar, zarif beyler; sürmeli, gamzeli, işveli, cilveli bir oyun. İnanmazsanız buyurun...”  Diyerek başladı Turgut Özakman’ın yazdığı, sevgili Çağlar İşgören’in yönettiği Sahne Tozu Tiyatrosunda “Bir Şehnaz Oyun”... 

Oyun 1914 yılının İstanbul’unda Zaptiye Amiri Recep Efendi, yanındaki yaveri Müştak Efendinin, genelevde çalışan Şehnaz’a, Şehnaz’ın da Müştak Efendiye âşık oluşunu konu alan ve Şehnaz'ı kendi pavyonunda çalıştırmak isteyen Hurşit’in alengirli yollara başvurmasını mizahi ve müzikal anlamda besleyen eğlenceli bir oyun…

Tabi öncelikle şunu belirtmek gerekir, bu oyun birçok şehir tiyatrolarında, devlet tiyatrolarında ve bu kadro tarafından defalarca kez oynanan ve bilinen bir oyun aslında. Bu bağlamda değerlendirilecek olursak oyunu yöneten ve oynayanlar açısından durum biraz zorlaşıyor. Çünkü izleyici antrenmanlı ve provalı olarak oturmuş oluyor koltuğa...

Oyunla ilgili olarak birkaç ayrıntı beynimi gıdıklamadı desem yalan olur. Birincisi ve bence en önemlisi bu sahnede daha önce de başka oyunlar izleyen biri olarak oyunların dekor yoksunu oluşu. Evet, bu oyunda da pek fazla dekor yoktu. Sonra yüksek sesle müzik dinlememe rağmen salondaki müzik sesinin rahatsızlık verecek seviye de yüksek olması ki onu da anlık olarak desimetreyle ölçtüm ancak onu buraya yazmıyorum.  Sonra birinci perde arasında bir küçük ara sahne yaşandı. Tabi ben bunun nazar boncuğu sayıyorum ve oradaki o anki izleyicilerle, oyuncularla ve Çağlar İşgören’le aramızda...:)

Zaptiye Amiri Recep Bey karakteriyle Hüseyin Çur oyunculuk ve performans anlamında beni mest etti desem en doğru cümleyi bulmuş olurum sanırım. Şivesi ve beden diliyle oyunda bir anda sivriliveriyor.  Tabi izleyici gibi oyuncular da bu oyunda antrenmanlı. Ancak oyunun bir sahnesinde Şehnaz rolü ve yaptığı hareket gereği giydiği elbiseyi düzeltmesi biraz abes geldi bana... Oyunda seçilen müzikler güncelliğini korurken bence biraz daha koreografi üzerine düşülebilir. Kostüm ve makyajlar ise o dönemi yansıtır tarzdaydı (iki karakter hariç)...

Genel anlamda beğendiğim bir oyun… Emeği geçenlere sonsuz teşekkürler...


Sürnot: Sahne Tozu Tiyatrosu; 2005 yılında kurulan ve 2013 yılında İzmir’in en güzel tiyatro salonlarına sahip olan ve yaratıcısı Çağlar İşgören’e sevgili emekçilerine İzmir’e sanatsal anlamda bir damar yolu daha oluşturdukları için çok teşekkür ederim...  Son olarak Sahne Tozu Tiyatrosu’nun sahnelediği oyunları gidin görün izleyin derim...


Mezarlıktır Her Yürek Aynı Zamanda



Önce çok sevmeyle başlar her şey;

Sonra!

Seni seven yüreğim elbet gömer seni sevdiği o yere... Nasıl sevmeyi biliyorsa inan gömer öyle de... Adına aşk denen o hayaleti bir çırpıda öyle derinlere iterim ki kaçıncı yüzyılda bulunur fosilleri bilinmez...

Yani!

Sen ne sanıyordun ki seven yürekleri... Onlar aynı zamanda tarihi aşklar mezarlığıdır... O mezarlığa her giren her gezinen kendini oradan çok uzaklarda sanır... Üç beş damla gözyaşı bırakır giderler... Her gelen gidenden bir iz getirir ve hiç farkında olmadan o izden yürürsün... Sen de benzersin yavaş yavaş her gidene... Adımların sertleşir, kuraklaşırken yürek, yanaklar bir o kadar sulak tarlaları andırır... Gidersin ya da gider tüm sevi duyguları o sulak tarlalardan, mazgallara... Sende öyle beklersin hala üstüm başım niye kupkuru diye…

Her yürek aynı zamanda kurumuş öpücükler mezarlığıdır... Girersin kapısından güzelsindir! Uyumlu ve ahenkli görürsün kendini... Dudağın dudağına çok güzel yakışır... Hiç olumsuzluk ilişmez gözüne hiç ölü aşkların başına dikilen kurumuş öpücükler de ürkütmez seni... Her yanını baharlar sarmıştır... Yani gezinmeye daha yeni başlamışsındır o tenin ılık esmer sıcaklığında... Bir yağmur beklersin;

Yağar!


Her yürek aynı zamanda kurumuş yağmur mezarlığıdır...  Önce sağanakla başlar her şey… Mevsimler şımarır, ten kendinden geçer… Bir iyileşir, beş nezle olur… Akar üstüne üstüne o aşk cümleleri… Siler siler tenini, soyunur geçersin kendinden… Sonra mevsim değişir güneş çekilir yavaş yavaş... Artık o sağanak da eski sağanak, mevsimler de şımarık değildir... Damlalar giderek ıslaklığını yitirir...  Sonra öyle bir an gelir ki yağmur artık o yağmur, değildir... Yani yağar yahut yağansındır lakin o mevsim gitmiştir çoktan... Kimliksiz, ruhsuz cümleler kaplar her yanını... Dokunmaktan da ayrılır duyular, iyice ellerin çekildikçe... Kıyıya vuran balıktır artık bedenin…

Hıı! Ne sanıyordun sen dokunulmayan bedenin çölde yüzebileceğini mi?

Her yürek aynı zamanda kurumuş özlemler mezarlığıdır... Başlarda her gelen gibi özlersin tuvalete gitse dahi... Kendinden geçerek bıraktıkça dudak ıslaklığını yüzer onun da teni okyanusun en hızlı balığı gibi... Çekilir sonra yavaş yavaş o güzelim ıslaklık ve alışkanlık denen ilişkinin damarları oluşur aheste aheste... Yüreğe uğramadan transit geçer o damarlardan her dokunuş, her cümle... Artık o özlem eski özlem değildir... O ıslaklık da öyle… 

Şimdi kıyıya vuruyorken bedenim,

Yüreğim; alabildiğine mezarlık... Hangi sanat tarihçisi, hangi arkeolog, hangi aşk bilimcisi, hangi batık avcısı, batan yüreğime zulaladığım yüzyıllık amfora yalnızlığını bir aşkın fosillerine benzetebilir…

Sürnot: Fonda her şarkıyla gider... Ve çok da güzel kağıttan külah olur bu yazı...

 

+1 – Dünya Down Sendromlular Farkındalık Günü -


+1 farkındalıkla hafifçe çekildi gözleri ve gülerken yanakları…

Her yıl olduğu gibi bu yılda 21 Mart Dünya Down Sendromu Farkındalık Gününde çeşitli etkinliklerle ve +1 farkla güleç yüzlü çocuklar tüm hünerlerini sergileyecekler.

Hep fazlalık, hep +1 diyoruz sonra da “Down” ekliyoruz. Yani niye bu genetik farklılığa “aşağı” diye isimlendiriyoruz nedir bu down diye akıllara takılan ufacık soru için cevap olarak; ilk kez İngiliz hekim John Langdon Down tarafından 1866'da sistematik bir şekilde sınıflandırılmış ve sendrom olarak tanılanmıştır. Down sendromu işte onu bulup sınıflandırılan doktorun soyadını aldığı için yukarı doğru tırmanan kromozom sayısına rağmen “ aşağı” olarak çağrılmaktadır.

Teknik olarak, 21. kromozomun trizomisi… Yani 21’den üç tane kromozom olması… Toplamda ise sağlıklı bir insanda 46 kromozom bulunurken Down’lularda bu sayı 47’dir. Ve +1 farkındalık dediğimiz kaynak da işte buradan gelmektedir. Aslında bizden bir eksikleri yoktur, fazlalıkları ve farkındalıkları vardır. İşte o yüzden de bu bir hastalık değil genetik bir farkındalıktır. Tamam, çocuk yaşlarda solunum vb. gibi çeşitli rahatsızlıkları tetikleyebilir ve gözlemlenebilir hatta birçoğu yavaş gelişir ve aramızda kalsın yavaş öğrenir. Fiziksel olarak, göz, boy pos yapıları farklılık gösterebilir. Eğitim, fizik tedavi ve bolca koşulsuz sevgiyle uzun yıllara yayılan anlayış ve hoşgörüyle bu +1 kromozomla baş edilir.

Tabi burada bizlere de çok şeyler düşüyor. Öncelikle onlara acıyarak değil anlayışla yaklaşmak, içimizden soyutlayarak değil bizzat içimize alarak ve yılda bir kez değil hep hatırlayıp hal hatır sorarak onların bu genetik farkındalıklarına bir şeyler katabiliriz… Bu bağlamda ülkemizde faaliyet gösteren Down Sendromu Derneği (http://www.downturkiye.com) yıl boyunca etkinlik, söyleşiler, ücretsiz destekler, partiler, geziler ve daha bir sürü sosyal faaliyetlerle yurdun dört bir yanına çalışanlarıyla, gönüllüleriyle ulaşmaya çalışıyorlar.

Sonuç olarak, bu farkındalık gününe hiç gitmemiş, görmemiş olanlar birkaç saatinizi onlara ayırıp lütfen gidin karışın içlerine, görün koklayın, duyun dinleyin onları… Sizde göreceksiniz eminim onlar Down’lu ama bizden hiç aşağı kalır yanları yok… Çünkü onların da gülünce çekilir gözleri ve yanakları…


Ama Sen Sevgili




Yaya geçidinden geçiyordum... Bir an durdu sandım saat... Bir an yeşil ışık dondu, insanların adımları havada kaldı ve gözlerim o güzelim yüzüne kondu...

Bunca insan içinde sevgili, nasıl da fark etmeden beni geçiyordun karşıya... Yüreğim sol yanından düşüvermiş de eziliyordu asfalt niyetine uzun topuklarının altında... Adımların, ama adımların ne güzel eziyor beni sevgili… Telaşsız ve yavaş yavaş attığın o adımların, adımı tekrarlar gibiydi…

Çok içtiğim söylenemez...  Hatta hiç içenlerdenim...
Ama sen sevgili karşı kaldırımda durup nasıl da göz kırpmasını bekliyordun, arkamda duran yeşil ışığın... Beni görmüyor, tanımıyordun. Gözlerinin içinde çığlıklarla kulaç atıyordum bi tutup çıkarmıyordun.

Ama sen sevgili; nasıl da bırakıyordun yanımdan hızlıca geçerken, parfüm kokunu... Bense o kokunun yarattığı düşsel etkiyle ufak ufak adımlarla uzaklaşıyordum senden.

Ama sen sevgili; öylece savurup geçerken sosyalist saçlarını, ellerimi nasıl bir yoksulluğa itiyordun... Ahh benim işçi ellerim, yağlı paslı ellerim hiç böyle dokunamama acısı yaşamamıştır. Hiç böyle kırılmamış hiç böyle yanmamıştır. Ama sen sevgili, nasıl da kayıp gidiyordun, parmak uçlarımda hala durur sızısı…

Ama sen, sen sevgili geçip giderken benden bütün yayalar durdu geçitte. Sen farkında değildin uçuyordum adeta geçmiyordum ben o geçitten... Adı sadece geçitti. Ben hiç geçmedim ki senden… Sadece bir esinti, sadece bir kırılgan düş, sitemkâr birkaç cümleydi hepsi… Geçmedim ki ben hiç senden ama sen nasıl geçip gittin sevgili, geçmeyen zamanlar gibiydin… Zaman; o büyülü kavram…

Şimdi düşünüyorum da ya ben kendimde değildim ya da sen hiç olmadın. Belki de seni ben yarattım, belki de sen beni kendimden geçirdin... Belki de gördüklerim, yaşadıklarımız sadece edebiyattan ibaretti...

Hadi! Hatasız olmaz hayat, edebiyatta öyle... Sen imlâ hatalarımla, bozuk cümle yapılarımla geç benden…
Ama sevgili sen ne güzel şiir yahut ne güzel romandın, yazarının elinden kalemi çalıp seni kendime doğru akıtmak isterdim. Yahut en azından bi sarılıp öyle ayrılık uğrasın bu sevdaya diye çok anlatım bozukluğunda yolumu kaybetmeye razıydım… Ama sen sevgili, karşı kaldırımda arkamdaki ışığı süzüyordun. On yedi saniyede nasıl da yerle bir olurmuş insan gel de sor bana geç de gör ben de… Şimdi hangi harf/iyatçı toplar yıkılan cümlelerimi…  

Ama sen sevgili; geçerken yaya geçidinden ben geçtim gittim kendimden... Belki de sen hiç farkında değildin, belki hiç sevgilim de değil… Seni kaybettim…

Sürnot: 1) Cem Adrian “Seni Kaybettim” şarkısı herhangi bir yaya geçidinde dinlenirken yeşil ışığı bekleyen yayalar arasına kâğıttan uçak yapımında kullanabilirsiniz bu yazıyı.
2) Tablo Salvador Dali


Popüler Yayınlar

Yasal Uyarı

Yayınlanan yazılar ve şiirler özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazı ve şiirler aktif link verilerek kullanılabilir.